Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Metin Toker, Ratip Tahir Burak, Şinasi Nahit Berker, Kurtul Altuğ, Oktay Verel, Şahap Balcıoğlu, Cüneyt Arcayürek, Beyhan Cenkçi, Erdoğan Tokatlı, Şeref Bakşık, Fuat Arna, Nihat Subaşı, Nurettin Ardıçoğlu, Cemal Sağlam, Ülkü Arman, İbrahim Cüceoğlu, Ziya Ademhan, Yusuf Ademhan, Tarık Holulu, Gültekin Arda, Adnan Düvenci, Mustafa Deral, Derviş Sami Taşman, Fethi Taşman, Nusret Safa Coşkun, Orhan Rahmi Gökçe, Rıfat Ekinci, Halim Büyükbulut.
Özellikle 1957’den sonra Demokrat Parti’ye muhalefet eden ve bu nedenle “Demokrat Parti tarafından hapse atılan gazetecilerin” listesi bu. Eksik olabilir, fazlası yok.
Sırf muhalefet eden yazılar yazdıkları, karikatürler çizdikleri için. Sadece İstanbul, Ankara ve İzmir’de yayınlanan büyük gazetelerin yazarları değil, örneğin Lüleburgaz ya da Akhisar ya da Bursa’da yayınlanan yerel gazetelerin ya da önemli haftalık dergilerin yazarları, sorumlu yazı işleri müdürleri de, DP’nin hışmından payını alıyor.
Medya, o zamanki adıyla, “matbuat” en karanlık günlerini 1950‘lerin ikinci yarısında yaşıyor, ancak bugünlerdeki karanlık benzersiz.
Bugünkü karanlıkla o dönem arasında dört fark var.
1-O yıllarda muhalif gazetecileri siyasi iktidar hapse atıyor, gazeteler ise, hapse atılan yazarların, yazı işleri müdürlerinin, karikatüristlerin yanında yer alıyor.
2-Gazetecileri bugün siyasi iktidar bol bol hapse atıyor, bir kaçı hariç, gazeteler sesini çıkarmıyor.
3-Bugün suçlanan gazeteci hapse girmekle kalmıyor, çalıştığı gazete o gazetecinin işine son veriyor. “Tarafsızlık” adına.
Ve asıl can acıtıcı dördüncü fark şu:
Bugün siyasi iktidara muhalefet eden gazetecileri patronlar işten atıyor. “Tarafsızlık” adına.
Son örnek, Kanal D spikeri İrfan Değirmenci.
Anayasa referandumunda “hayır” oyu kullanacağını attığı tweetle açıkladığı için, Doğan Gurubu İrfan Değirmenci’nin işine veriyor, “tarafsızlık” adına.
Oyunun rengini açıkladığı için işten atmak bir yana, gazetecilerin kullanacakları oy ile ilgili açıklama yapmaları, yazı yazmaları son derece olağan ve normal bir gazetecilik eylemi. Dünyanın bütün demokratik ülkelerinde. Bizde de, yıllar yılı öyle.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, bu yönde öncülük etmiş olan Metin Toker’in yazıları.
Bulabildiğim kadarıyla, Metin Toker oyunu açıkladığı ilk yazıyı 1973 yılında Milliyet’te yazıyor, kırk dört yıl önce, “Benim Oyum” başlığı ile.
Rahmetli “Metin Ağabey” seçimden bir hafta önce yazdığı yazılarda, sonradan yazısının başlığını, “Benim Bir Oyum Hakında” başlığına çeviriyor, hangi partiye neden oy vereceğini, hangilerine neden vermeyeceğini kendine göre bir analizle açıklıyor.
Çok net bir biçimde “geçen seçim şu partiye verdim şimdi bu partiye oy vereceğim” diye yazarak.
Ve “Metin Ağabeyin” bu yazıları büyük ilgiyle okunuyor.
Hiç bir patron ya da genel yayın yönetmeni o yazılara hiç bir biçimde karışmıyor.
Metin Ağabeyin yazılarına son vermeyi, onu işinden atmayı hiç bir patron aklından bile geçirmiyor.
1970’lerden 2000’lere kadar, “tarafsızlık kaygısı” yok mu?
Ya şimdi? Hangi “tarafsızlık”, geçiniz bir kalem, “tarafsızlık” kılıfı altında, “iktidar korkusu”.
O korku şimdi dağları bekliyor.
Tek tek yazıların dışında, belki elli yıl boyunca gazeteler her seçim döneminde “seçim sayfaları” yayınlıyor.
Gazetelerin yazarları, çizerleri, muhabirleri Türkiye genelinde il il “seçim nabzı” tutuyor, hangi partilerin, hangi illerde, kaç milletvekili çıkartabileceğine dönük tahminlerini yazıyor. Halkın içine karışarak, halkla sohbet ederek. Bir tür “seçim anketi”.
O sayfalar illerde merakla izleniyor ve buz gibi de, seçmeni etkiliyor.
O zamanlar “tarafsızlık kaygısı” yok, çünkü “iktidar korkusu” yok.
İrfan Değirmenci anayasa referandumunda “hayır” oyu kullanacağını açıklıyor, demokratik hakkını kullanıyor. Kime ne?
Ama, Doğan Gurubu anında müdahale ediyor:
“Doğan Yayın Gurubu olarak tarafsızlık en temel ilkemizdir. Yayınlarımızı yıllardır bu ilkeler ışığında sürdürüyoruz”.
Ben bu cümleye aykırı bin tane örnek verebilirim, işte alın “seçim sayfalarını”.
Açıklama devam ediyor:
“Arkadaşımız İrfan Değirmenci kamu oyu gündeminde tartışılan bir konuda taraf olmuştur. Bu nedenle kendisiyle iş akdimizi sonlandırıyoruz”.
“Tarafsızlık” adına yapılan bu açıklama baştan sona ayıp. Ve de “çelişkili”.
Referandumda “hayır” oyunu vereceğini açıklamak, “tarafsızlığı” bozuyor-muş.
“Evet” oyu vereceğini açıklamak, o nazik “tarafsızlığınızı” bozmuyor mu?
Bozmuyor, çünkü “hayır” demek, iktidarla arayı bozmak demek, “evet” deyince, bozulan hiç bir şey yok. Tersine, iktidarla arayı iyi tutmak adına, derin bir nefes aldırıyor. Bir süreliğine.
“Hayır” deyince, işten atarak, ağır darbe alan gazetecilik ve düşünceyi özgürce açıklamak hakkı kimin umurunda? Tıpkı, iktidar gibi.
İktidardan korku yanında, bu hakkın çiğnenmesi ne ifade eder ki!
Bayılıyorum, bu tek taraflı “tarafsızlık” ilkesine.
“Kendini her zaman çiğnetmeye hazır olduğunu” ilan eden bir teslimiyet.
“Tarafsızlığın” bu biçimde tek yönlü yorumu, basının basın özgürlüğüne kendi elleriyle darbe. Buna karşılık, “gerçek tarafsızlığın” ne anlama geldiğine çarpıcı örnek dün Almanya’da yaşanıyor.
Sosyal demokrat Steinmeier en büyük rakibi Hıristiyan Demokratların da oylarıyla Almanya’da ilk turda büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçiliyor. İmrenilecek bir demokrasi örneği.
Bir başka imrenilecek durum daha var, “tarafsızlık” ile ilgili.
Steinmeier’in eşi idari mahkemede yargıç.
Steinmeier Cumhurbaşkanı seçilince eşi yargıçlıktan ayrılmak zorunda kalıyor, “tarafsızlık” gereği.
Zavallı bizdeki “tarafsızlık”.