“Biber gazı kullanımında bir yanlış oldu”.
Ya da:
“Gençler, burada durduğunuz kadar durdunuz. Mesajınızı verdiniz. Mesajınız Taksim Gezisi ise, mesaj alınmıştır”.
Bu yumuşak ve yatıştırıcı söylem burada kalıyor ve bir daha geri dönülmüyor. Onun yerini sert söylemler alıyor:
“Eylemlere devam etmeniz halinde, anlayacağınız dilden cevap vermek zorunda kalırız”.
Ya da:
“Çapulcular... Marjinal gruplar...”
Ya da:
“Evlerinde zorla tuttuğumuz yüzde elli var”.
Giderek sertleşen ve fırsat buldukça geri dönülen bir üslup.
28 Mayıs 2013’te Taksim Gezi Parkı’nda bir “çevre eylemi” başlıyor.
AKP Gezi Parkı içine yeniden Topçu Kışlası inşa etmek üzere harekete geçiyor. Sabahın ilk saatlerinde dozerler parka girip ağaçları sökmeye başlayınca, inşaat çalışmalarını protesto etmek amacıyla bir grup Gezi Parkı’nda eyleme geçiyor. Çadırlar kuruluyor, bir anlamda “çevre için direniş” başlıyor.
Direniş kısa sürede Bayburt hariç, Türkiye’nin bütün illerine yayılıyor.
AKP iktidarının gördüğü en katılımcı eylem.
Bu direniş karşısında, o sırada Başbakan olan Tayyip Erdoğan önce, yukarıda aktardığım gibi, sükunet içinde davranıyor, ancak eylemler yayıldıkça ve sürdükçe, yukarıda aktardığım gibi, Erdoğan da sertleşiyor.
Olay tam bir “rövanşa” dönüşüyor.
O eylemler sırasında çeşitli kentlerde on iki kişi hayatını kaybediyor. On üç kişi gözlerini yitiriyor. Yüzlerce insan yaralanıyor.
Üç hafta süren eylemler nedeniyle altı yüz kişi hakkında dava açılıyor. Bu davaların bir bölümü “beraatle” sonuçlanıyor. Bir bölümü ise, hâlâ devam ediyor.
Gezi direnişi hem AKP’de, hem toplumda derin yankılar yaratıyor. Gezi sanki “direnişin genel simgesi” haline geliyor.
Erdoğan’ı da en çok sinirlendiren bu.
Aradan geçen sürede zaman zaman Gezi’ye atıfta bulunuyor, belli ki bir türlü unutamıyor.
Çünkü, kendisine kafa tutan bir kitle ve o kitlenin Türkiye çapında yansıması, uzantısı.
Mayıs 2013’teki bu eylemler sırasında Erdoğan’ın bir sözü çok dikkat çekici:
“Dört yılda bir bu milletin önüne bir sandık gelir, tercihini orada yapar”.
Eylemleri kendisini devirmeye dönük olarak algılıyor.
2014 Mart ayında yerel seçimler var. Erdoğan bir yıl sonraki seçim için o tarihte “sandık” diyor, yani “seçimi” işaret ediyor.
Aradan beş buçuk yıl geçiyor, şimdi durup dururken yine “Gezi” hortluyor.
Şu tesadüfe bakın ki, dört ay sonra yine yerel seçimler var.
Aslında o hortlamanın ilk işaretlerini yine Erdoğan veriyor. Durduk yerde diline “Gezi’yi” doluyor ve ardından “yeni davalar” açılıyor.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı aradan beş buçuk yıl geçtikten sonra Gezi ile bağlantılı, 120 kişi hakkında altı ayrı dava açıyor:
“Yasaya aykırı toplantı ve yürüyüşlere katılmak, ihtara rağmen, kendiliğinden dağılmamak, güvenlik güçlerinin görevini engellemek...”
Bu kez bu dava son yıllarda alıştığımız diğer davalardan farklı. Bu kez “terör örgütü üyeliği, silahlı propaganda, v.s.” yok.
Hatta “gösteriler sırasında silah taşınmadı” diye bir şerh bile düşülüyor.
Zoraki açılan altı dava.
İstanbul’da 2014 yılında açılan Gezi davaları 1 Haziran 2015’te kesinleşiyor ve hepsi beraatle sonuçlanıyor.
Ama, davaları şimdi Ankara açıyor.
Açabilir, çünkü toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili zaman aşımında süre sekiz yıl. Yani, olaydan sonra sekiz yıl boyunca dava açılabiliyor.
Açılabilir de, burada iki önemli nokta var.
İlki, yine bir seçime giderken... “Mağdur edebiyatını” yeniden sahneye koymak...
İkincisi, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün geçenlerdeki söylemi. Adalet Bakanı “yargılama sürelerini hızlandıracaklarını, ayrıca açılacak davaların bu kadar uzun süre sonraya bırakılmayacağına” ilişkin düzenlemelerden söz ediyor.
Bunu da “hukuk reformu” olanak sunuyor.
Ama, şimdi yerel seçimler yaklaşıyor, “reform, meform” kimin umurunda, şimdi “taze gerekçeler” bulmak gerek, her ne kadar o gerekçeler beş buçuk yıl geriye dayansa da.