20 Haziran 1987, Mardin Pınarcık Köyü, PKK on altı çocuk, altı kadını öldürüyor.
9 Temmuz 1987, Midyat, PKK on dört çocuk öldürüyor.
9 Mayıs 1988, Nusaybin Taşköy Mezrası, PKK sekiz çocuk öldürüyor.
11 Haziran 1990, Şırnak Çevrimli Köyü, PKK on iki çocuk öldürüyor.
1 Ekim 1992, Bitlis Cevizdalı Köyü, PKK otuz sivili öldürüyor, dokuzu çocuk.
6 Temmuz 1993, Erzincan Başbağlar Köyü, PKK yirmi sekiz sivili öldürüyor, on biri çocuk.
Liste böyle uzayıp gidiyor, son olarak Diyarbakır Çınar’da üç çocuğu öldürüyor.
Çocukları öldürerek, Güneydoğu’da özerkliği elde etmesi ya da herhangi bir amaca ulaşması mümkün değil.
Daha üç, beş gün önce “Güneydoğu’da son çatışmalarda 58 çocuk hayatını kaybetti” diye, Meclis’te basın toplantıları düzenleniyor, milletvekilleri önergeler veriyor, bu cinayetler lanetleniyor, önceki gün yeni bir çocuk cinayeti.
İRA ve ETA ve PKK
İrlanda’daki İRA ve İspanya’daki ETA ile PKK sık sık karşılaştırıyor. O iki örgüt de, kendi ülkelerinde bağlı oldukları etnik kimliklerinin tanınması için yıllarca teröre başvuruyor.
İkisi de İngiltere ve İspanya’nın yıllarca başında çok büyük sorun. İRA da, ETA da terör eylemlerinde pek çok insanı öldürüyor.
Buna karşılık, ikisinde de, doğrudan çocukların öldürüldüğü terör eylemi yok. PKK’nın ise, yukarıdaki örnekler ortada, çocukları öldürdüğü pek çok terör eylemi var.
Terör zaten başlı başına kesinlikle kabul edilemez bir araç, PKK’nın hele de çocukları öldürmesi adiliğin, alçaklığın son perdesi. Çocuk cinayetleri üç ayrı sonuç yaratıyor:
-Kürtlere büyük zarar veriyor.
-HDP’ye büyük zarar veriyor.
Öyle ki, PKK eylemleri bu biçimde sürerse, gelecek seçimde HDP barajı aşmakta çok zorlanır. Kürtlerin siyasal temsilcilerinin Meclis’te yer almayacak olması ise, önce çözümü iyice içinden çıkılmaz hale getirebilir.
Sonrası ise, ucu nereye kadar, nasıl uzanacağı bilinmeyen çok yönlü bir karmaşa.
Ve üçüncü sonuç:
Güneydoğu’da savaşın bitmesini isteyenlere zarar veriyor.
Akademisyenler ne Kürt ne HDP’li ama savaşın bitmesini istiyor. Ve bildiri yayınlıyor.
Bir haftadır en yüksek perdeden süren bildiri suçlamaları dün çok başka bir yere sürükleniyor. Bildiriye imza atan öğretim üyeleri gözaltına alınmaya başlanıyor. Ayrıca görevlerine son vermek için de, düğmeye basılıyor.
Bizim siyasal tarihimizde buna benzer, demokrasiyle asla bağdaşmayan ve unutulmayan örneklerden hemen aklıma gelen üç vaka var.
Biri, 1948’de tek parti döneminde Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav’ın üniversiteden uzaklaştırılması.
Behice Boran daha sonra Kore’ye asker gönderilmesini eleştiren bir bildiri yayınladığı için on beş ay hapse mahkum ediliyor.
İkincisi, 1960’da 27 Mayıs darbesi sonrasında 147’ler olayı, üniversitelerden 147 öğretim üyesi atılıyor.
Üçüncüsü, 12 Eylül askeri darbesi sırasında görevlerine son verilen 1402’likler. 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla devlette binlerce kişinin işine son verilirken, onlar arasında 73 öğretim üyesi de bulunuyor.
Bunlar geniş kapsamlı, tek parti ya da darbe yönetimlerinin kararları.
Şimdi sanki yine askeri yönetim var, bildiri yayınlayanlara cadı avı. Sanki bir tek “görüldüğü yerde vurulmalıdır” lafı eksik.
İfade özgürlüğü yerle bir, iktidarın görüşlerine karşı ters düşünce açıklamak terörist olmakla eş anlamlı.
Son dört, beş yıldır ifade özgürlüğü zaten sizlere ömür, bu kez bildiri nedeniyle artık iyice zapt-ı rapt altına alınıyor. Hele bir sesini çıkar, hele bir iktidarın tersine görüş bildirmeye gör, insana dünyayı zindan ediyorlar.
Barış isteyen, bildiri yayınlayan aydınlar ya da kim olursa olsun, bu sonuç PKK’nın eseri.
Oysa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) yüzlerce dava var, ifade özgürlüğü kısıtlamalarından dolayı. Ama, artık AİHM de PKK terörü karşısında kendi hukukunu yeniden yorumluyor.
Bir yanda iktidar sahipleri, “benim gibi düşünmüyorsan, sana hayat yok”, öte yanda barış isteklerini baltalayan PKK. Hem Türk, hem Kürt Halkı ikisinin arasında sıkışmış durumda.
Atatürk Üniversitesi Rektörü çıkıyor ve “insanlar farklı düşünebilir ama, düşünmek ayrı, devlete karşı çıkmak ayrı” diyebiliyor. Devlete karşı çıkmak, bir düşünce değilmiş gibi. Bu bir bilim adamı, üstelik ve hatta Rektör.
MHP sözcüleri Meclis’te çıkıyor, “sözde aydınlar, aydınımsılar, organik aydın müsveddeleri” diyebiliyor.
AKP sözcüleri “bildiri Kandil’deki mi yazıldı” diyebiliyor.
Bildiri yayınlayan bilim adamlarına dört bir yandan cadı avı başlayınca, HDP “akademisyenlerin temel haklarına yönelik ihlallerin araştırılması” istemiyle Meclis araştırması açılmasını isteyen önerge veriyor.
Mümkün mü araştırılsın, önerge tek kalemde ret ediliyor.
Bu arada çeşitli üniversitelerde imza atanlara gözaltılar, istifa baskıları alabildiğine devam ediyor.
Bildiri sonrasında çıkan alevler her yönüyle Türkiye’nin aynası. Terör, hukuk, iktidar, yargı, hepsi otuz iki kısım tekmili birden yangın yeri.
Bir meçhule yolculuk alabildiğine hızlanıyor. O yolculukta meçhul olmayan bir nokta var. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, “kuvvetler ayrılığı” çoktan geride.
Anayasayı değiştirmeye filan gerek yok. Yasama, yürütme ve yargı fiilen tek elde toplanmış durumda.