Matematikten anlıyor, astrolojiden, doğa bilimlerinden, sanattan, dinden. Babası İstanbul kadısı, yani hem yargıç, hem de Osmanlı sistemi sonucu belediye başkanı.
Sinan Hoca öyle bir aileden geliyor.
Ünlü hocalardan ders alıyor, Ali Kuşçu, Molla Gürani gibi.
Sabahtan akşama kadar okuyor, aynı zamanda ders veriyor, yani “müderris,” bugün profesör unvanına denk gelen bir titr.
Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşıyor. Kitaplar yazıyor, şiirler yazıyor, siyasetten ve insan yönetmekten anlıyor.
Fatih’in Sinan Hoca’yı keşfetmesi uzun sürmüyor, 1470’de onu vezir, 1476’da Sadrazam olarak atıyor.
Ne var ki, bu kadar parlak bir bilim adamının, bir müderrisin sadrazamlığı uzun sürmüyor. Bir yıl sonra Fatih Sinan Paşa’yı azlettiği gibi, onu hapse attırıyor.
Sinan Hoca vezir olduktan sonra “Paşa” unvanını alıyor. Ondan önce “Sinan Hoca”, vezir olunca, “Hoca Paşa.” İstanbul’da bugün Samatya yakınlarındaki semtin adı.
“Hoca Paşa” bağnaz çevrelerin tepkisi çekiyor, kendisi devlet işlerine dini karıştırmayan, dürüst bir bilim adamı.
Yönetimde iken, Avrupa’daki Rönesans, aydınlanma hareketinden etkileniyor. Aynı devrimi Osmanlı’ya taşımak istiyor.
“Rönesans o çağda Osmanlı’da”, rüya gibi.
Başına ne geliyorsa, bu yüzden geliyor.
Fatih gibi bir hükümdarın yapmayacağı bir hata, ama yapıyor işte. Bağnaz, kökten dinci çevrelerin etkisiyle Sinan Paşa’yı içeri attırıyor.
Haydi, sadrazamlıktan azlediyor, hapse attırmak da, neyin nesi?
Dönemin müderrisleri toplanıyor, yani bilim adamları. Fatih’in huzuruna çıkıyorlar. Koca Cihan Padişahından istekleri çok net:
“Ulu Hünkarımız, emir buyrun Sinan Paşa’yı hapisten çıkartın.”
Fatih Sultan Mehmet gürlüyor:
“Bre müderrisler, siz ne dersiniz?”
Müderrisler geri adım atmıyor ve hatta, üstelik:
“Ulu Hünkarımız ya Sinan Paşa’yı serbest bırakırsınız ya da biz kitaplarımızı yakarız, Osmanlı mülkünü terk ederiz.” (Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, s.114)
Karşıda, Ulu Hünkar, Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet, bu tarafta müderrisler.
Fatih bu “rest” karşısında bir süre düşünüyor, sonra kararını veriyor:
“Sinan Paşa serbest kalıyor ve doğum yeri Sivrihisar’a kadı olarak atanıyor.”
Yıl 1477.
O “müderrisler” ki, yaklaşık beş yüz elli yıl öncesinin bilim adamları, bugünkü anlamda üniversite hocaları.
Karşılarında Fatih Sultan Mehmet olsa bile, “bilim ve özgürlük” adına meslektaşlarını savunmayı görev biliyorlar.
Buna karşılık, Fatih Sultan Mehmet de, müderrislere kulak veriyor ve bir yanlıştan dönme ferasetini gösteriyor.
Koca Cihan Padişahı olsa bile.
Bugün de, Sinan Paşa’yı andıran bilim adamlarımız var. Düşüncelerinden vazgeçmeyen, örneğin barış için bildiri hazırlayan, ona imza atan akademisyenler.
O akademisyenler de, Sinan Paşa gibi, görevlerinden azlediliyor, hatta bazıları hapse atılıyor, haklarında kovuşturma başlatılıyor.
Ama, bugün Sinan Paşa için padişaha isyan etme cesaretini gösteren, meslektaşlarını korumak için her şeyi göze alan, ülkeyi terketmeyi bile düşünen müderrisler benzeri, topluca hareket eden öğretim üyeleri nerede?
Varsa bile, çok az, çoğunluğu iktidarın emrinde. Meslektaşları üniversiteden atılırken kılları bile kıpırdamıyor.
Hatta, üniversite yönetimleri imza atanları tek tek ayıklayarak, görevlerine son veriyor. Bunu da, iş yapmış gibi, ulu orta açıklamakta hiç bir beis görmüyor.
Beş yüz elli yıl önce müderrisler, beş yüz elli yıl sonra “profesörler...”
Aradaki fark insanın dudaklarını uçuklatıyor.
Müderrisler öyle.
Ya Fatih Sultan Mehmet ve bugünkü siyasal iktidar...
Beş yüz elli yıl önce bilim adamlarının isyanını makul ve geçerli görerek, geri adım atmasını bilen Cihan Padişahı...
Bir de, günümüzde akademisyenlerin bildirisi karşısında esip gürleyen, onlara her türlü hakaret etmeyi kendinde hak gören bugünkü iktidar sahipleri...
Beş yüz elli yıllık farka bakar mısınız?
Bu farkın toplumsal yansımaları o kadar çok ki, onlar içinde bir tanesi çok çarpıcı.
Yapılan bir araştırmaya, ankete göre:
“Bugün halkın yüzde 29’u Türkiye’de yaşamak istemiyor.”
Yani, her üç kişiden biri kendi ülkesinde yaşamak istemiyor.
Vay benim insanım...
Sinan Paşa’nın en ünlü eseri, “Tazarru’name”, "Yakarışlar.”
Beş yüz elli yıl sonra Türkiye “Yakarışlar’ı” okuyor.