Şiirlerin haddi hesabı yok, yazılan romanların, çevrilen filmlerin haddi hesabı yok, insanlığın başlangıcından itibaren, “çocuklar ölmesin”.
Hemen ardından, aynı güç ve inançla, “analar ağlamasın”.
Bizde çocuklar için deyince, akla ilk gelen şiirlerden biri Nazım’a ait. Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla bağlantılı, 1956’da yazdığı “Kız Çocuğu” başlıklı şiirin son dörtlüğünde:
“Çalıyorum kapınızı / Teyze, amca bir imza ver / Çocuklar öldürülmesin / Şeker de yiyebilsinler”.
Son yıllarda terör arttıkça, “çocuklar ölmesin” sloganı iyice yaygınlaşıyor. “Analar ağlamasın” sloganıyla birlikte.
Hatta, 2011 seçimlerinde de, şu son Haziran ve Kasım 2015 seçimlerinde de, bu her iki sloganı seçim meydanlarında dile getirmeyen parti yok, AKP dahil.
Çok da normal, çok da insani, çok da olması gereken.
Tarihin kaydettiği tüm savaşlarda çocuklar ayrı korunuyor, çocukların korunması için Birleşmiş Milletler çerçevesinde uluslararası özel sözleşmeler hazırlanıyor. O sözleşmeye Türkiye de imza atıyor, çok da normal, çok da insani, çok da olması gereken.
Buna rağmen…
Mesleğinde başarılı, yıllardır kendi alanında ilgi gören programlara imza atan Beyazıt Öztürk bir anda linç edilmeye başlanıyor.
Programına katılan bir öğretmen, “çocuklar ölmesin” dediği ve Beyazıt da, bu sözleri alkışlattığı için.
Linç sosyal medyada ve malum medyada kalmıyor, savcı Beyazıt hakkında “terör propagandası” soruşturması açıyor.
Açılan soruşturma bin yıllık bir insani söze, insani duruşa ilişkin. İzah edilir yanı yok.
Açın son günlerin Meclis tutanaklarını, bakın parti liderlerinin konuşmalarına, hepsi “çocuklar ölmesin” arzusunu dile getiriyor. Çok da normal, çok da insani, çok da olması gereken.
Buna sebep olarak, son aylarda Güneydoğu’da 58 çocuğun hayatını kaybettiğini söylüyor hepsi. Bunun nesi suç? Nesi terör propagandası?
İktidar çocukların öldüğünü saklamak istiyorsa, o zaman iş değişiyor.
Hiç kimse gerçekleri söylemesin, söylenen her söz iktidarın onayından geçsin, iktidarın işine gelmeyen hiçbir gerçek açığa çıkmasın. Çıkarsa, doğru mahkemeye.
Türkiye’de baskının son duraklarından biri. İnsanların bırakın konuşması, yakında düşünmesi bile suç haline gelecek.
Beyazıt Öztürk’ün linç edilmesini dün ikinci linç izliyor. Bu kez hedefte akademisyenler var.
1.258 akademisyen bir kaç gün önce bir bildiri yayınlıyor. Akademisyenler özetle:
-Güneydoğu’da insan hakları ihlalleri var, bu sona ersin,
-Sokağa çıkma yasakları son bulsun,
-Vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararlar tazmin edilsin,
-Savaş bitsin,
-Görüşmeler başlasın.
Nesi var bu isteklerin? Nesi hangi hukuka aykırı? Sivil bir girişim. Bir düşüncenin açıklanması, sadece açıklanması. Ama ne oluyor?
Önce dün sabah yandaş bir gazetenin manşeti: “PKK’nın suç ortakları”. Bu insani istekleri dile getiren 1.258 akademisyeni, o gazete böyle suçluyor.
Dün sabah bu manşeti görünce, kendi kendime, “tamam” diye düşünüyorum, “düğmeye basılmış, şimdi ikinci linç geliyor”.
Öğle saatlerinde manşet görevini yerine getirmiş oluyor. Tayyip Erdoğan büyükelçiler toplantısında bildiriye imza atan akademisyenleri yerden yere vuruyor:
“Kendisine akademisyen diyen güruh devleti suçluyor. (…) Bu mandacılıktır. (…) Sözde aydınların ihaneti ile karşı karşıyayız. (…) Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, siz cahilsiniz”.
Öfkenin son haddi. Şimdiye kadar sadece Türkiye Cumhuriyetinde değil, hiçbir demokratik ülkede hiçbir Cumhurbaşkanının ağzından duyulmayan sözler.
Hiç kimse ağzını açmasın, hiç kimse tek söz etmesin. Hiç kimse eleştirmesin, en temel hak ve özgürlüklerden olan, ifade özgürlüğünü kullanmasın, düşüncesini açıklamasın.
Yarın, bir gün o akademisyenlere de “terör örgütü üyesi ve terör propagandası” suçlamasıyla soruşturma açılırsa, şaşmam.
Ancak, küçük bir sorun var.
O bildiriye imza atan 1.258 akademisyenin 373’ü yabancı, dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde öğretim üyeleri, Kanada’dan Avustralya’ya, bütün Avrupa ülkelerinden Amerika’ya kadar dünyaca ünlü üniversitelerin hocaları.
Onlara ayrıcalık olmaz, bence onlara da, “terörist” muamelesi çekilsin ki, hak yerini bulsun.
Takke dediğin, böyle düşer. Ve bu saatten sonra iflah olmaz.
İçerdeki adım ise, anında tamam. YÖK Başkanı aldığı emri yerine getirmekte hiç zaman kaybetmiyor.
Önce imza atanlara fırça, “bildiri akademik özgürlükle bağdaşmazmış”, nasıl bağdaşmıyorsa, ardından üniversite rektörlerini acele toplantıya çağırıyor.
Sadece bizim rektörlerle olmaz, YÖK Başkanı bence dünya üniversiteleri rektörlerini de bu toplantıya davet etmeli, imza atanların ne kadar “cahil ve karanlık” kimlikte insanlar olduklarını o rektörlere anlatmalı.
Viyana kapılarına dayanmış bir ulusun torunu olarak, YÖK Başkanının Kafkaslardan Balkanlara, Orta Asya’dan okyanus kıyılarına kadar bence bu yetkisi var.
YÖK şimdi bizdeki öğretim üyelerine ne yapacak? Asacak mı, kesecek mi, işten mi atacak, işkence mi yapacak, sürgüne mi gönderecek, zindana mı tıkayacak, ne yapacak?
Bu ülkede barış istemenin bedeli bu, baskı ve sindirme. Barış istemek bile, suç.
Vah benim ülkem, şu halimize bak.