Genç kız gaz odalarında can veren bir Yahudi'nin torunu, genç erkek o gaz odalarında insanları ölüme götüren SS Nazi subaylarından birinin torunu.
İkisinin arasında bir aşk başlıyor.
Gerçek öyküye dayanan bir film.
Aşk tamam, ama aşkın önüne geçen başka gerçekler var. Yaşanmış olaylar.
Almanya’da son yılların önemli yönetmenlerinden Chris Kraus’un son filmi “Dünden Kalan Çiçekler” (Die Blumen von gestern) adını taşıyor.
Film, bizzat yönetmen Kraus’un kendi ailesini araştırırken ortaya çıkan korkunç gerçeklerin öyküsü.
Nasıl olduysa, Kraus kendi ailesinin kökünü araştırıyor. Araştırırken karşısına asla aklına bile getirmediği bir faciayla yüzleşiyor.
“O müşfik, o harika, o espri dolu adam, yani dedesi, gerçekte Hitler döneminde azılı bir SS subayı, insanları gaz odalarında ölüme götüren bir Nazi.”
Almanya’da haftalık yayınlanan “Die Zeit” gazetesinin Internet sitesinde Kraus ile yapılan röportajı okuduğumda tüylerim diken diken oluyor. (13 Ocak 2017 tarihli Die Zeit, Chris Kraus, Die Nazis kamen aus den Weiten des Weltraums).
O röportajda Kraus dedesinin Nazi olduğunu nasıl öğrendiğini anlatıyor ve onu son filmi “Dünden Kalan Çiçekler” ile nasıl bağdaştırdığını açıklıyor:
“Aslında ilk filmimi çekerken, ailemin kökenini araştırmak aklıma geldi ve dedemin Nazi olduğunu o sırada öğrendim. Ailemle ilgili çalışmalarım on yıl sürdü. İnsan o kadar yakınının, dedesinin bir zamanlar çok acımasız biri olduğunu çok zor kabul ediyor, ama gerçek gerçektir, tam kabus, kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.” (Die Zeit, aynı yerde)
Devam ediyor son yılların ünlü ve popüler yönetmeni:
“Gizli kalmış olan her şeyi açığa çıkarmaya başladım. Karşılaştığım her gerçek, dedemle ve ailesiyle ilgili o güne kadar bildiğim her şeyin yanlış olduğunu gösterdi bana.”
Korkunç bir gerçek, aynı zamanda korkunç bir miras. Dededen toruna kalan, torunun nasıl taşıyacağını bilmediği travmatik bir miras.
Düşünün aile çevresinizde çocukluktan başlayarak, bin türlü bilgiye, izlenime, anıya sahipsiniz ama, çoğu yalan, çoğu yanlış.
Bir an dönüp kendinize bakıyorsunuz, “ben kimim, ben neredeyim, ben nereden geliyorum, nereye gidiyorum” gibi, güvensiz ve acılı sorular.
Dedesinin SS subayı olduğunu öğrenince, araştırmayı genişletiyor. Gaz odalarında can veren Yahudilerin torunlarını buluyor, onlarla arkadaş oluyor.
Onlarla sohbetlerde zaman zaman “güldük bile” diye anlatmasına rağmen, acı ve utanç içinde kıvranıyor, dedesinden kalan, üstesinden gelmesi çok güç, koca bir utanç.
Acı ve utanç, onu “Dünden Kalan Çiçekler” filmini çevirmeye yöneltiyor.
Acı ve utanç öyle bir noktaya geliyor ki, torunların hayatını etkiliyor, kuşaktan kuşağa geçen hastalıklar beliriyor, dedelerin günahını torunlar çekiyor.
Suçluluk duygusu kaplıyor torunların dünyasını, kendilerini bir türlü kurtaramadıkları suçluluk.
Yahudilere ve rejim karşıtlarına, yani Nazi olmayanlara her gün ölüm, her gün şiddet yaşatan bir insandan iki kuşak sonra bile ve hala arta kalan acı ve utanç.
Film, ilk bakışta “aşk” odaklı ve fakat acılı bir öykü etrafında, aslında bugünkü kuşakları uyarıyor, “yarına hangi mirası bırakacaksınız” uyarısını. Bugün öyle yaşamalısınız ki:
Öyle yaşayın, öyle davranın ki, sizin ilkeleriniz başkalarının ilkesi olabilisin.
Yarına öyle bir ülke bırakın ki, bugünden daha kötü, içinden daha çıkılmaz bir hale sürüklemesin torunlarınızın hayatını.
“Dünden Kalan Çiçekler” dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda ortaya çıkabilecek kuşaklar arası bir hesaplaşma.
Onun için de, nefes nefese çarpıcı bir ders veriyor.