“Kaptan McVay’in yapacağı hiç bir manevra kalmamıştı. 6 torpido ateşledik, hepsi de hedefini buldu. Bizim saldırımızdan yara almadan kurtulması artık mümkün değildi. Nitekim, bir süre sonra gemi yavaş yavaş sulara gömüldü”. (Tarih Dergisi, Temmuz 2021 sayısı, s.56).
İkinci Dünya Savaşı. Amerikalılar Japonlara atom bombası atmaya karar veriyor. Ellerinde dönemin efsane savaş gemisi var:
“USS Indianapolis”.
İndianapolis 16 Temmuz 1945 günü San Fransisco’daki donanma üssünden demir alıyor. Gemide Pearl Harbor limanına teslim edeceği çok gizli bir kargo var:
“Little Boy’un montajı için gerekli olan parçalar”.
“Little Boy” Hiroşima ve Nagazaki’ye atılacak atom bombasının kod adı.
İndianapolis o parçaları 26 Temmuz’da gerekli yere teslim ediyor.
Teslimat sonrası Kaptan McVay komutasındaki gemi Filipinlerde “Leyte Körfezi’ne” doğru yol alıyor.
Her zamanki rutinden farklı olarak, İndianapolis yanına herhangi bir refakat gemisi almıyor. Ayrıca, hava kapalı, ay ışığı yok.
Japonlardan gelebilecek bir saldırıya karşı, McVay sürekli zikzak manevra emri veriyor. O manevralar gemiyi geciktiriyor.
“O sırada Japon denizaltısı I - 58’in rotasına giriyor, farkında değil”.
30 Temmuz, gece yarısı. Geminin sancak tarafı iki bombayla sarsılıyor.
I - 58’den atılan torpido pruvayı yırtarak, geminin bölmelerini tonlarca suyla dolduruyor. İkinci torpido kazan dairesinde patlıyor, iki motor devre dışı kalıyor. Gemi elektrik gücünü kaybediyor.
“Arkadan gelen dört torpido İkinci Dünya Savaşı’nın efsanesi, en değerli savaş gemisini 12 dakika içinde Pasifik sularına gömüyor”.
Gemide 1.196 mürettebat var. 330 kişi anında hayatını kaybediyor. 860 kişi filikalarda Pasifik Okyanusu’nun ortasında kaderleriyle baş başa kalıyor.
“Amerikan Donanmasının İndianapolis’in battığından haberi yok. Denize dökülen ve ağır bir yaşam savaşı veren Amerikan denizciler birer birer köpek balıklarına yem oluyor.
Korkunç sahneler...
Denizin üstünde yaşayabilenler geminin batışından dört gün sonra bir keşif uçağı tarafından fark ediliyor ve 860 denizciden geriye kalan 316 denizci kurtarılıyor”.
O kurtarmadan dört gün sonra, 6 Ağustos 1945’te tarihin kaydettiği en ağır zulüm insanlığın kara sayfalarında yerini alıyor:
“Amerika Hiroşima’ya atom bombası atıyor”.
İki hafta sonra Japonlar teslim oluyor.
Savaş bitiyor.
Ve...
“İnsanlık tarihinin göz kamaştıran, insanlığı kıskandıran bir sahnesine sıra geliyor”.
Savaştan sonra Amerikan Donanması İndianapolis’in kaptanı McVay’i mahkemeye veriyor. Kurtulanlar arasında o da var.
McVay suçlanıyor:
“Yanlış rotada, yanlış seyirden dolayı geminin batışından sorumludur”.
Gemiyi batıran Japon denizaltısı komutanı Hashimoto olağanüstü bir ahlakla, insanlığa muhteşem bir armağan sunuyor.
“Batırdığı geminin kaptanı McVay’ın yargılandığı mahkemede Hashimoto tanıklık yapmak istiyor. Amerika’ya geliyor, yargıçların huzuruna çıkıyor”.
Sanık sandalyesinde Kaptan McVay ile göz göze geliyor, onu selamlıyor ve tarihe kazınan tanıklık günümüze kadar uzanıyor. Hashimoto, McVay’i işaret ederek:
“Onun hiç bir suçu yoktu. Savaşa katılmış bir denizci olarak söylüyorum, yapacağı hiç bir manevra kalmamıştı. 6 torpido ateşledik, hepsi de hedefini buldu. Bizim saldırımızdan yara almadan kurtulması artık mümkün değildi. Nitekim, bir süre sonra gemi yavaş yavaş sulara gömüldü”.
Mahkeme salonunda önce derin bir sessizlik, ardından mahkeme salonlarında görülmeyen şaşkın çığlıklar...
Japon kaptan batırdığı düşman gemisinin kaptanını koruyor, teknik açıklamalarla onun suçsuz olduğunu söylüyor.
“Kaptan McVay yine de suçlu bulunmasına rağmen, kusursuz sicili nedeniyle ceza almıyor, bir süre alıkonuyor, 1949’da emekli oluncaya kadar hizmete devam ediyor”.
Olağanüstü bir olay. Başından sonuna kadar hepsi gerçek.
“Tarih Dergisine Temmuz sayısında (s. 52 - 57) bu olayı aktardığı için hepimiz adına teşekkür etmek istiyorum”.
Kaptan Hashimoto’nun böylesine cesur tavrını, “yendiği düşmanını gerçeklik üzerinden savunan bu ahlakını, bu insanlık dersini” kıskanıyorum, imreniyorum, zerrelerime kadar özlüyorum.
Hele de bugünlerde, yeniden ve yeniden bugünlerde.
Neden bugünlerde?
“17 - 25 Aralık yolsuzluk suçlamalarında” dört eski AKPli Bakanın rüşvet aldığı iddiaları, o Bakanlardan biri olan Erdoğan Bayraktar’ın açıklamalarıyla tekrar gündeme oturuyor.
Bu açıklamalar iddiaları soruşturmakla görevli TBMM’de kurulan komisyonda yaşanan pek çok soruyu beraberinde getiriyor.
5 Mayıs 2014’te TBMM’de rüşvet iddialarını soruşturmak üzere 9’u AKP’li, 15 milletvekilinden oluşan bir komisyon kuruluyor.
Komisyonun CHP’li üyelerinden biri Türkiye’nin AİHM’deki yargıçlarından, emekli büyükelçi, değerli hukukçu Rıza Türmen. Türmen o komisyonda en dikkate değer, soruşturmanın yönünü değiştiren anı anlatıyor:
“Komisyon Başkanı AKP’li Hakkı Köylü karar vereceğimiz gün dedi ki, ‘ben eski savcıyım, kuşkulu durum varsa, takipsizlik kararı verilir. Ama, bu normal vatandaşlar için böyledir. Siyasetçiler için değil. Savcı takipsizlik kararı verse bile, suçlamalar boynunda asılı kalır. Onun için siyasetçilerin Yüce Divan’a giderek, aklanmaları doğru olur” .
Ama o sırada önüne bir not geldi, Komisyondan çıktı, iki saat sonra geldiğinde, yüzü pancar gibiydi. Dedi ki, ‘kararı yılbaşından sonraya bırakalım”.
Komisyon toplantılarına ara verildi”.
Türmen devamında, komisyona otuz klasör geldiğini, o klasörlerin odadan dışarıya çıkartılmasının engellendiğini, yine de okuduklarını belirtiyor:
“Klasörleri okuyunca gördük ki, durum çok açık. Kim, ne kadar para almış, hepsini yazıyor. Tapelerin orijinal olduğunu gösteren TÜBİTAK raporları var”.
Komisyon son olarak 5 Ocak 2015 günü toplanıyor.
Daha önce “Bakanların Yüce Divan’a gitmeleri gerek” diyen Başkan Hakkı Köylü tam ters yönde davranıyor, uzun süren tartışmalar sonunda yapılan oylamada Bakanların Yüce Divan’a gitmeleri AKP oylarıyla reddediliyor.
Oylamaya geçileceği sırada Hakkı Köylü’ye gelen telefon...
Köylü’nün toplantıyı terk etmesi...
İki saat sonra alı al, moru mor biçimde komisyona dönmesi...
“İşte o iki saat...
O iki saat içinde Hakkı Köylü kiminle, ne konuşuyor?
Yüzü neden pancar gibi kızarmış durumda?
O iki saat sonrasında fikrini neden değiştiriyor?
Önceden söylediğinin neden tam tersini yapıyor ve kararı erteliyor?
Neden?.. Neden?..”
Komisyon rüşvet almakla suçlanan dört Bakanı Yüce Divan’a göndermiş olsaydı...
Büyük olasılıkla...
“Bugün Türkiye’de Anayasa değişikliği, dolayısıyla Tek Adam Rejimi olmayacaktı, tarih Türkiye’de çok başka türlü akmış olacaktı.
Ne bugünkü ne olduğu belli olmayan siyasal rejim, ne de demokrasiye veda dönemi...
Hepimizin kaderini değiştiren, rejimi bugün demokrasi dışı hale getiren, komisyon başkanı Hakkı Köylü’nün ortadan kaybolduğu o iki saat...”.
Japon Kaptan batırdığı düşman gemisinin kaptanını cesaretle, teknik açıklamalarla savunuyor, ceza almasını önlüyor. Çünkü gerçek öyle. 75 yıl önce.
Bugün Türkiye’de:
“Göz göre göre, bile bile, her alanda öne sürülen iddialardan kaçan kaçana...
Her türlü riski alarak...
Cesaretle...
Bir Hashimoto çıkmıyor, çıkamıyor...”
Hashimoto düşmanını savunuyor.
Burada düşman filan yok.
Buna rağmen, Hashimoto da yok!