Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi temsilcisi önceki gün Cumhuriyet Davasını izliyor. Bu bir ilk.
İlk kez Birleşmiş Milletler temsilcisi Türkiye’de bir basın davasını izliyor.
Bu izleme o kadar önemli ki...
Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığı, tutukluluk sürelerinin çok uzadığı, insanların suçlu olup olmadıkları belli olmadığı halde, tutuklanmanın kural haline geldiği...
Temsilcinin izlemesi bütün bunların Birleşmiş Milletler katında bilinmesi ve buna hukuk açısından tepki duyulması anlamını geliyor.
Bir başka tepki Anayasa Mahkemesine.
Aylar ve aylar geçiyor, bizim Anayasa Mahkemesi karar verecek, herkes bekliyor, tıpkı Cumhuriyet Davasındaki başvuru gibi.
Çok uzun süre beklemenin gerekçesi, çok sayıda başvuru.
Benzer durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) için de geçerli, yani çok sayıda başvuru orada da var, üstelik 48 ülkeden.
Buna karşılık AİHM’de karar en fazla altı ayda çıkıyor.
AİHM AKP Hükümetine soruyor:
“Cumhuriyet Gazetesi çalışanları neden tutuklu?”
AKP Hükümeti AİHM’e yanıt vermek için süre istiyor, bu süre 2 Ekim’de doluyor. En geç 2 Ekim’de, yani önümüzdeki pazartesi günü AKP Hükümeti AİHM’in bu sorusunu yanıtlamak zorunda.
Ne diyecek? Büyük olasılıkla:
“... Kanıtlara bakılıyor... Yargılama devam ediyor... Duruşmalar kısa sürelerde yapılıyor...” v.s., v.s.
Bir yerden tutturmaya çalışma çabası.
Henüz verilmeyen bir yanıtın, üç aşağı, beş yukarı böyle olacağını nereden bilmek mümkün?
Daha önce verilen yanıtlardan.
Yargılama, kanıtlar, v.s., bu arada Cumhuriyet’teki arkadaşlarımızın tutuklulukları bir yılı doldurmak üzere.
Bir sonraki duruşma 31 Ekim’e bırakılıyor. 31 Ekim günü tutuklamaların bir yılı dolmuş oluyor.
Cumhuriyet Davası çok sayıda gazetecinin yargılandığı davalarda bir sembol haline geliyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi bu nedenle bu davayı izliyor.
Ancak, öğrendiğim kadarıyla, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne ve diğer gazetecilerin tutuklu olduğu davaları da aynı duyarlıkla izleme gereğini duyuyor.
Basın özgürlüğü kısıtlamaları, uzun tutukluluk süreleri, düşünce özgürlüğü kısıtlamalarına ilişkin kaygılar o davalarda da, aynen var.
AKP sanıyor ki, bu kaygılar bir kez vurgulanıyor, sonra geliyor ve geçiyor. Öyle değil, hepsi kayıtlara geçiyor. AB’nin İlerleme Raporuna, Batılı liderlerin ajandalarına uzanacak ölçüde.
Yargılamanın gidişatına bakınca, suç var mı, yok mu, varsa o suç ne, bunu bilmek bir türlü mümkün değil.
Mahkeme başkanı bile, “iddianamede problemler var, biliyorum” diyor. Tek başına bu söz bile, tahliyeler için çoktan yeterli bir neden.
Nedir o problem?
İddianamenin temel konusu olan “FETÖ ve PKK üyeliği” tamamen çökmüş bulunuyor.
Geriye ne kalıyor? Cumhuriyet Vakfı. O vakıf şöyle işlemiş, böyle işlemiş, bunun yargıyla ilgisi ne, o da yok. Nasıl işlerse işlesin, kime ne.
Zaten “problem” orada.
Buna rağmen, o “problemli iddianameden” yola çıkarak, arkadaşlarımızın tahliyesi bir türlü gerçekleşmiyor.
Bir yargıç önüne gelen iddianame ile ilgili olarak bu ölçüde kuşku duyuyorsa, tutukluluk hali neden hala devam ediyor?
Bu durumda normal mantığa göre, hukukla ilgisi yok bu mantığın, o arkadaşlarımızın 31 Ekim’de tahliye edilmelerini beklemek en olağan sonuç olur.