Gece saat 01.30... Telefon çalıyor, gecenin bu vaktinde?... Aklıma ilk gelen ihtimal, "eyvah... yoksa..."
Telefonda Hasan Cemal telaşlı bir sesle, o ihtimali doğruluyor, "kalk, hemen büroya gidiyoruz, darbe yapıyor generaller!.."
12 Eylül 1980... Ankara...
11 Eylül günü... Güzel bir eylül günü, durgun bir Ankara... "Eli kulağında" bir Ankara...
O gün Maliye Bakanı İsmet Sezgin’e gidiyorum, Maliye Bakanlığı'na. Özel kalem odası kalabalık, herkes işinin bir an önce görülmesi telaşında. Manisa’dan gelmiş bir iş adamına soruyorum, "nedir bu telaşınız" diye. Adamın yanıtı hâlâ aklımda:
"Abi, baksana ülke kan gölüne döndü... Ne zaman, ne olacağı belli olmaz!.."
Günlerdir kan kokusu, arkası kesilmeyen cinayetler, darmadağınık bir ülke...
Her sohbetin üç, beş konusundan biri "darbe ihtimali".
Her gün sekiz, on, bazen daha fazla cinayet, "sağdan ve soldan". Bu akıl almaz "kardeş kavgasına", Meclis’te 149. tura rağmen, yeni bir cumhurbaşkanının hâlâ seçilemeyişi ekleniyor.
O terör, o cinayetler 12 Eylül darbesiyle birlikte bıçak gibi kesiliyor. Darbenin lideri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in bir cümlesi 12 Eylül’den sonra cinayetlerin aniden durmasını çok net açıklıyor:
"Bekledik... Olayların olgunlaşmasını bekledik..."
"Olayların olgunlaşması" derken...
Muhtemelen cinayetlerin daha çok artması, cumhurbaşkanının seçilemeyişi, siyasi partilerin aralarında anlaşamaması, vs.
Oysa, Başbakan Süleyman Demirel generallere açık kart veriyor, "ne istersiniz, ek kaynaksa kaynak, yasa ise, yasa, yeter ki, bu kanı durdurun!.."
Oysa, generaller çoktan kararlı.
Son olarak, "Amerika’dan verilen onay" askeri darbenin önünde hiçbir engel bırakmıyor. Hava Kuvvetleri Komutanı, "cuntanın beş generalinden biri" Orgeneral Tahsin Şahinkaya onay için Amerika’ya gidiyor, 11 Eylül perşembe günü Ankara’ya dönüyor.
12 Eylül... Darbe!..
Siyasi ve sosyolojik izleri kırk yıldır silinmeyen darbe!..
Kan, gözyaşı, darbeler, işkenceler, ölümler, acılar, bahtsız aşklar ve hüzün...
"Eylül..."
Kendimi bildim bileli "Eylül’e" olan tutkunluğum ilk tohumunu yine "Eylül" ile sürüyor, Mehmet Rauf’un Eylül romanı ile.
Diğer Servet’i Fünun’un yazarları gibi, Mehmet Rauf da, Türk Edebiyatı'nın ilk psikolojik romanı olarak nitelenen "Eylül" romanında "vicdan hesaplarıyla içinden çıkılmaz hale dönüşmüş bir aşkı" dile getiriyor.
İki akraba, ikisi de evli "Suat ve Necip’in" karşılıklı tutkunluğu, her Servet’i Fünun romanındaki gibi acılarlarla ve felaketle sonuçlanıyor, bir yangın ikisinin de hayatına son veriyor. Bin türlü dramatik sahnelerle.
Ve...
Askeri darbe Eylül’e olan tutkunluğumu derin bir hüzne dönüştürüyor.
Öyle bir hüzün ki... Daha çok acı... Derin bir acı... Dinmeyen bir öfke...
Bu kez sokaklarda cinayetler yok ama, "darbenin işlediği cinayetler" var:
"İdamlar..."
Bu kez sokaklarda birbirine işkence yapanlar yok ama, "darbenin kanlı elleri" var:
"İşkenceler... İşkencelerde hayatlarını kaybedenler..."
İdamları savunan Kenan Evren "asmayıp da beslese miydik" derken, 17 yaşındaki Erdal Eren’in kağıt üstünde yaşının büyütülüp asılmasına, bula bula bu gerekçeyi buluyor!
Zaten kana bulanmış Eylül askeri darbe ile birlikte Türkiye’de daha da kana bulanıyor.
Tıpkı, Eylül’ün Santiago’da kana bulanması gibi... Yine bir askeri darbe ile...
11 Eylül 1973... Şili’nin başkenti Santiago... Seçilmiş Devlet Başkanı Salvador Allende elinde tabancası, yanında kendine bağlı adamlarıyla Başkanlık Sarayı'nı kuşatmış faşist generallere karşı kendini savunurken, sadece kendisinin değil, bütün devrimcilerin inancını haykırıyor:
"They have the force, we have the reason".
"Onlar güçlü biz haklıyız."
Eylül Santiago’da "bir haklıyı" daha, beraberindekilerle birlikte, ölümsüz kılıyor, faşizme karşı verdikleri savaşı bu kez de, ne yazık ki yine, "güçlü adı altındaki faşistler" kazanıyor.
Neden "güçlüler"?..
Tıpkı, 12 Eylül 1980 Ankarası gibi, 11 Eylül 1973 Santiago’da "darbenin onayı yine Washington imzalı".
O imzayı, o onayı yıllar sonra Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger itiraf ediyor.
Mevsimlerden sonbahar, aylardan Eylül... Duygulardan hüzün... Duygulardan acı...
Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en popüler, en devrimci, halkına en yakın, en ünlü aktörlerinden Yılmaz Güney...
Yine bir Eylül günü, 1984’te sürgünde hayatını kaybediyor.
Mevsimlerden sonbahar, aylardan Eylül...
Hüzün bu kez yerini neşeye, coşkuya, hepimizin bağımsızlığına bırakıyor.
9 Eylül 1922, "İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu, Cumhuriyet’e giden yolun iyice aydınlanması".
9 Eylül’de Haluk Işık sesleniyor bize:
"Sen 9 Eylül dersin iki kelime,
Ben değişen yazgı anlarım, özgürlük anlarım, bağımsızlık anlarım,
Sen İzmir dersin iki heceyle, ben sevinçten ağlarım,
Sen 9 Eylül dersin iki kelime, ben onurlu bir halk anlarım, rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım,
Sen İzmir dersin iki hece, ben saygıyla ayağa kalkarım."
Mevsimlerden sonbahar, aylardan Eylül...