"Çin, Naziler, medya eleştirileri, dünya ekonomik düzeni, demokrasi..."
On beş Avrupa ülkesinde insanlar "Korona günlerinde" en çok ne tür "kitaplar" okuyor?.. Mart ayının ikinci yarısından itibaren, mayısın üçüncü haftasına kadar, bu yönde yapılan bir araştırma yukarıdaki sonucu veriyor.
İlk beş sırada okunan kitaplar belirtilen konularla ilgili; en çok merak edilen konu ya da ülke Çin. Korona'nın dünyaya yayıldığı yer. Çin’e duyulan merak çok olağan.
Demokrasi ile Nazilere yönelik ilgiyi birlikte ele almak gerek. Herkesin ortak düşüncesi "Korona sonrası insanlığı nasıl bir hayat bekliyor" sorusunda düğümleniyor. Bunun iki ayağı var, ekonomi ve siyaset.
O nedenle en çok okunan kitaplar arasında, siyaset alanında "demokrasi ve Nazi tarihi", ekonomide de, doğal olarak "dünya ekonomik düzeni" önde geliyor. Korona sonrasında "daha özgür bir dünya mı, yoksa demokrasiye veda eden ülkelerin sayısı daha da artar mı" sorusu. Bu sorunun devamı olarak, Korona günlerinde insanlar demokrasi ve Nazi tarihinde daha çok derinleşmek istiyor.
Ya medya?.. Orada sözü edilen, bizdeki gibi "dişleri sökülmüş, kötürüm hale gelmiş, ayakta kalacak hali kalmamış medya değil", oradaki medya, bizde çok gerilerde kalan "özgür medya".
İnsanlar medyayı neden merak ediyor?.. Özellikle Korona haberlerinin doğruluğunu tartmak için!.. Özgürlüğüne inanıyor, yine de "Korana haberlerinde acaba çarpıtma var mı" kaygısıyla, geçmişte medyada dönen dolaplar, skandallar ya da başarı öyküleri merak ediliyor.
Ufak tefek bir adam, çok sade bir oda, oturduğu koltuk, hatta sandalye bile denebilir, öylesine sade, odadaki birkaç eşya orta halli bir evde görülecek türden.
Burası Çin Devlet Başkanı Deng Xiaoping’in resmi makamı. Dünyanın bir kaç süper gücünden birini yöneten kişinin makamı!..
Oturduğu sandalyenin hemen yanında, bizde eski lazımlık tipinde "tükürük hokkası". Makam odasına girer girmez, hemen göze çarpıyor.
1985 Haziran... Başbakan Turgut Özal ile birlikte bir hafta boyunca Çin’i dolaşıyoruz. Doğal olarak, önce başkent Pekin’de resmi görüşmelerle başlıyor Özal’ın gezisi.
İnsanlar şu anda madem ki, Korona'yı dünyanın başına bela eden Çin ile ilgili kitapları okuyor... O halde Çin...
İç savaşı kazanarak 1949’da Çin’de komünizmi kuran Mao dönemi acılarla, insan hakları ihlalleriyle dolu, baskıcı bir diktatörlük. Mao Çin’i tarım toplumunda sanayi toplumuna dönüştürmeyi amaçlarken, komünizmi Lenin’in işçi sınıfı (proletarya) yerine Çin’in köylü halkına dayandırmayı esas alıyor.
Köylüye dayandırıyor ama, sanayileşmek hedefiyle sermaye birikimi için köylüleri ağır biçimde vergilendiriyor. Çok ağır koşullarda çalışan köylüler itiraz ettikleri anda, "rejime itaatsizlik" ile suçlanıyor ve hayatta kalabilirlerse, buna şükrediyorlar.
Bu uğurda kendi öz evlatlarını bile feda eden Mao, ekonomik felaketle kalkınma arasında gidip geliyor, yine de Çin onun yönetiminde belli bir mesafe alıyor, "demokrasinin d’si olmadan".
1978’de Deng Xiaoping’in iktidara gelmesiyle birlikte, 1992 yılına kadar geçen on dört yılda Çin nisbi olarak ferahlıyor.
Deng "ideoloji yerine ekonomiye" öncelik tanıyor. İnsan haklarına daha çok değer verilen, baskının azaldığı yılları yaşıyor Çin. Aynı dönemde Deng sonraki yılların görkemli büyümesinin temelini atıyor.
Yine de, on dört yıl iyi dayanıyor Deng. "Siyasal yozlaşma, sağ sapma" gibi, komünizmin en geçerli tasfiye yöntemleri sonucu iktidardan uzaklaştırılıyor.
Sonrasında ise, adım adım sanayileşme... Ancak, "olağanüstü ucuz emek ve çok kötü yaşam koşulları" hemen hiç değişmiyor.
Hâlâ gözlerimin önünde... Başkent Pekin’de dolaşırken, ana caddelerden birinden, beraber olduğumuz gazeteci grubuyla bir arka sokağa saptığımızda kocaman bir kapı görüyoruz, Yan yana belki üç arabanın geçebileceği bir kapı.
Merak edip, tahta kapıyı açtığımızda...
Karşımızda açık tuvalet, daha doğrusu tuvaletler... Hepsi alaturka, yarım metre arayla yan yana dizilmiş yüze yakın tuvalet, hepsi açıkta, herkes birbirini görüyor, aralarında hiç bir ayırıcı kapı ya da benzeri bir şey yok... Burası o mahallenin ortak tuvaleti!..
Öyle bir ortamda sistem ne üretiyor?..
Yolsuzluk ve bolca yolsuzluk...
Bunun akıl almaz bir örneği var. İddiaya göre, 2011 yılında Demiryolları Bakanı Liu Zhijun görevden alındığında "yüz milyon dolarlık servet sahibi". Tabii tutuklanıyor.
Ayrıca...
2012 yılında Çin’in en zengin bin kişisinin 160’ı Komünist Partisi üyesi!..
Ayrıca...
2015 yılında Komünist Partisi üyeleri arasında yapılan bir anket, "devlette iş bulmanın liyakata göre değil, siyasi sadakata bağlı" olması gibi, bir sonuç veriyor.
Bunun da, bir sonucu var.
Nedir o sonuç?.. Siyasi baskı... Üstelik, pek kolay görülmeyen türde.
Ta 1949’da Orwell’in kaleme aldığı "1984" kitabındaki gibi, "büyük birader herkesi izliyor" gözlemi, Çin’de çok geçerli.
Şu anda bütün ülkede toplam iki yüz milyon kamera insanları izliyor.
Buna rağmen, bol ve ucuz emekle olağanüstü bir büyüme hızını yakalayan Çin günümüzde Rusya’yı geride bıraktığı gibi, Amerika’nın en büyük rakibi haline geliyor. Sadece teknoloji ürünleri değil, her alandaki malları dünya pazarlarını kaplıyor.
İşte, Korona tam bu sırada çıkıyor. Rekabetin bir meydan okuması olarak.
Herkesin izlendiği ve fişlendiği bir ülkede özgürlükten söz etmek nafile. Demokrasi bir lüks.
Çin bugünkü haliyle iki teoriyi çürütüyor.
Teori 1:
"Özgürlük olmadan yaratıcılık olmaz."
Çin’de özgürlük yok ama, yaratıcılık var!..
Teori 2:
"Ülke zenginleştikçe, insanlar daha özgür hale gelir, ülke demokratik rejime geçer."
Çin zenginleşiyor ama, ülkede demokrasi yok!..
Korona günlerinde Amerika’nın şu haline bakın, bir de Çin’in!..
Tek bir füze atmadan, Çin Üçüncü Dünya Savaşı'nı kazanmış görünüyor.
Avrupanın on ülkesinde insanlar neden en çok Çin ile ilgili kitap okuyor, bu sonuçtan belli.