Uzun bir masanın üzerinde ince bir kordon, bir ip, iki ülke arasında sınır niyetine. Masa bir çadırda, bildiğiniz çadırda, ancak biraz daha geniş, biraz daha yüksek, biraz daha kalın kumaştan yapılmış.
Masanın iki tarafında askerler nöbet tutuyor. Biri bir ülkenin, diğeri öteki ülkenin askeri, “sınırı korumak” üzere.
Garip bir durum, çarpıcı bir sahne.
Bir ip, sınır niyetine ve sınırda nöbet tutan askerler.
Çadırdan içeriye giriyorum, masaya yaklaşıyorum, sınırın öte tarafındaki askere elimi uzatıyorum, biraz tebessüm ediyorum, nafile. Asker oralı değil. Duruşunu hiç bozmuyor.
Bu taraftaki askere elimi uzatıyorum, o da oralı değil.
İkisi de, sanki robot, ikisi de sanki duygularını aldırmış, sabit bir noktaya bakıyor.
Ya birbirlerine? Asla.
Neden asla?
Çünkü, onlar birbirine düşman.
1980’lerin ikinci yarısında, Başbakan Turgut Özal ile Güney Kore’ye gidiyoruz. Özal’ın Güney ziyareti.
Ziyaretin en ilginç anlarından biri, bizi Güney Kore - Kuzey Kore sınırına götürmüş olmaları.
Yukarıda aktardığım sahne, işte bu iki ülkenin sınırında yaşanıyor.
Birbirlerine düşman, ancak o bölgede sınırı bir ip belirliyor.
İp deyip, geçmeyin, o ipin ömrü tam 65 yıl sürüyor.
İki ülke birbirine 65 yıldır düşman.
İkiye bölünmüş bir ülke, ailelerin yarısı o tarafta, yarısı bu tarafta. Tam bir dram.
Neden?
İki ülkeyi birbirinden ayıran iki farklı ideoloji.
Güney kapitalist dünyanın, Kuzey komünist dünyanın bir parçası.
İki ideoloji, o iki ülkede insanların hayatını karartıyor.
Güney Kore 1970’lerde, “şan olsun diye”, kapitalist dünyanın olağanüstü katkısını sağlıyor. Amerika, Güney Kore’nin gelişmesi içinde elinden gelen çabayı harcıyor.
“İşte görün, bir ülke kapitalizmle nasıl kalkınır” diye göstermek üzere. Ve bölünmüş ülkenin kuzey yarısı ise, gerçekten geri kalıyor. Hele de, soğuk savaş yıllarında.
Eklemek gerek, Güney Kore olağanüstü işçi sömürüsü ile gelişmiş ülkeler kategorisine giriyor. Bununla birlikte, o insanların çalışkanlığı ve özverisini vurgulamak şart.
“Geri kalmış!..” Ne kadar geri kalmış?
Nükleer denemeler yapacak kadar!..
Ve iki gün önce...
Düşman kardeşler 65 yıl sonra barışıyor. Dünyada bir devrim gibi.
Tıpkı 1989’da Berlin Duvarının yıkılarak, Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi gibi.
Gerçi, şu anda Kore’de bir birleşme yok ancak, düşmanlığın, gerilimin, her türlü kavganın üstüne bir örtü örtülüyor ve iki kardeş ülke hayata yeniden başlıyor.
Bu barış ne ölçüde çarpıcı ise, “çatlak, tehlikeli, ne yaptığın bilmeyen” diye tanımlanan Kuzey Kore liderinin de böyle bir barışa öncülük etmiş olması de, o ölçüde çarpıcı.
Demek ki, Batının propagandası kadar “çatlak ve tehlikeli” değilmiş!..
65 yıl sonra gelen bu barışı imrenerek izliyorum, bütün dünya gibi.
Kimsenin aklına gelmeyecek bir olay, bir barış, tarihe kayıt düşüyor.
Dünyanın bir bölgesinde savaşlar sürse de, başka bölgelerinde duvarlar yıkılıyor, gerilimlere son veriliyor.
İnsanlar birbirine hoş görüyle yaklaşıyor.
Kutuplaşma ortadan kalkıyor, “bizden ve sizden” yaklaşımları sona eriyor.
Dünya barışa imza atan o lideri saygıyla izliyor.
Biz ise, gıptayla izliyoruz.
Dünyanın bir ucunda gerilim sona ererken, bizim ülkemizde gerilim spor sahalarına kadar uzanıyor.
Son Fenerbahçe - Beşiktaş Türkiye Ziraat Kupası yarı finalinde yaşanan spor dışı olaylar üzerine hakem maçı tatil ediyor.
Maçın o taşlı, çakmaklı, tribünlerden atılan cisimlerle Beşiktaş Teknik Direktörü Şenol Güneş’in kafasını yaracak kadar kendinden geçmiş seyircileriyle oynanma ihtimali ortadan kalkıyor. Zaten o cisimler nedeniyle maç sık sık kesiliyor.
Bu koşullarda normal olarak Fenerbahçe’nin hükmen yenik sayılması gerekirken, Türkiye Futbol Federasyonu maçın kaldığı yerden oynanmasına karar veriyor.
Artık hangi etki sonucunda ise...
Beşiktaş Yönetimi de, bu kararı kabul etmiyor ve maça çıkmayacağını açıklıyor.
Ben Beşiktaş taraftarıyım, kongre üyesi olacak ölçüde.
Helal olsun bizim yönetime, helal olsun. Çok doğru bir tepki.
Bu arada Fenerbahçe’ye de yazık.
Maçı masada kazanmış, duruma düşüyor.
Kim bilir, hangi etkilerle...