Çok itişip kakıştık...
Birbirimizi çok kızdırdık...
Hep haber için, hep daha iyi bir gazete için...
Çünkü, birbirimize hep güvendik... Mantık ve güven hep önde gitti...
Okay Gönensin... Sevgili kardeşim...
Üzgünüm, hem de çok üzgünüm. Aramızdan erken ayrılıyorsun Okay...
Kolay değil, on yedi yıl birlikte Cumhuriyet’te çalışmak...
İstanbul’da Cumhuriyet’te çalışmaya başladığı ilk günleri anımsıyorum, Dış Haberler Servisi'nde çevirmenlik ve sayfa editörlüğü...
Ben de, onun birkaç masa ötesinde, “haber nedir, nasıl yazılır” kurallarını öğrenmeye çalışan yeni yetme bir muhabir...
Sonra ben Ankara Büro'ya ekonomi muhabiri olarak gidiyorum, Okay da yazı işleri masasına doğru yol alıyor.
O arada Fransızcadan şiirler çeviriyor. Kimsenin pek kolay anlayamadığı o “poker face” iç dünyasında inanılmaz duyarlı ama, dışa vurmak olmaz, racon kesmek daha iyi, öyle değil mi Okay?
1980 sonunda Hasan Cemal Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni, Okay Yazı İşleri Müdürü, ben Ankara Temsilcisi.
Okay ile asıl “gazetecilik ilişkimiz” ondan sonra başlıyor. Ankara’dan yazdığım yazıları titizlikle okuyor, bazen uyarıyor, bazen kendine özgü şakacı üslupla, elbette iğneleyerek, övüyor.
Her öğleyin bir kez mutlaka konuşuyoruz, “bugün hangi haber var, neyin üstüne gitmek gerek” gibi.
Gırgır, şamata içinde keyifli yıllar ama, gazetecilik hep önde.
Tadı, hepimizin damağında eksik olmayan o harika yıllar sadece on yıl sürüyor, sonra yollar ayrılıyor.
Zaman zaman, seyrek de olsa bir araya geliyoruz, artık herkes karşıdakine kendi aktif ve pasiflerini açıkça dile getirmekten çekinmiyor. “Sen o zaman şöyle yaptın, sen haklıydın ama, şu olayda ben haklıydım” icmalleri sonrasında “arkadaşlığa ve bir daha geri gelmeyecek günlere kadeh kaldırmak.”
Bin tane anı var, hangisini anlatayım?
Son kadehi birlikte kaldıralı galiba bir yıl oluyor. Orada bile hâlâ “geçmişin keyfi, hüznü” Okay’ın tarifsiz şakalarına karışıyor.
Bugün medya dünyasına bakıyorum, ne o arkadaşlık, ne gazetecilik heyecanı, ne hayatımızın en özel anlarını paylaşmak... Onlar bir dönemde kaldı ve çok şanslıydık ki, “biz” yaşadık...
Hasan Cemal, Okay ve ben bunları hep paylaştık, birbirimizin ayağına basarak, birbirimizle dalga geçerek, birbirimizi her yerde koruyarak...
Çünkü, birbirimize hep güvendik.
Okay... Sevgili kardeşim...
***
Mustafa Kemal’den başlayarak...
Kurtuluş Savaşı kahramanlarının oturduğu bir koltuk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Özalp gibi...
Fethi Okyar, Refik Koraltan, Ferruh Bozbeyli, Kemal Güven, Cahit Karakaş, Hikmet Çetin, Necmettin Karaduman, Yıldırım Akbulut, Kaya Erdem, Hüsamettin Cindoruk, İsmet Sezgin, Ömer İzgi, Köksal Toptan, Cemil Çiçek gibi, hangi partiden olursa olsun, aklı başında politikacıların oturduğu bir koltuk... Söz ve davranışlarıyla ağırlık taşıyan isimler.
Bugün o koltukta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yirmi yedinci Başkanı olarak, ne yazık ki, İsmail Kahraman adında biri oturuyor.
Başkan olduğundan bu yana, attığı pek çok adımda polemiklere yol açan, skandal davranışlarda bulunan, Osmanlı özentisi biri.
1920’den bu yana yirmi altı başkan gelmiş geçmiş, hiç biri, ama hiç biri toplumda bu ölçüde tartışılmıyor, toplumu bu ölçüde rahatsız etmiyor.
Kahraman’ın son skandalı Meral Akşener ile ilgili sözü. Espri mi, siyaseten özdeş kılma mı, ne ise, “Meral Kılıçdaroğlu” diye ipe sapa gelmeyen, bir Meclis Başkanına asla yakışmayan benzetmede bulunuyor.
Meral Akşener de ona çok sert bir mektup göndererek, “alçak, şerefsiz” gibi ifadeler kullanıyor.
Bizim siyasal tarihimizde bir Meclis Başkanının muhatap olduğu en ağır hakaretler.
Meclis Başkanı olan bir kişinin yediği bu sözleri ne tarih kitaplarında okudum, ne tanık oldum. Örneği yok.
Bir Meclis Başkanın da böyle bir “teşbihte” bulunduğunu ne kitaplarda okudum, ne tanık oldum.
Akşener’in mektubu üzerine Kahraman TBMM Halkla İlişkiler Başkanlığı üzerinden bir açıklama yapıyor:
“Bir iftar yemeği sonrasında ayak üstü bir kaç kişi arasında geçen masum bir teşbih ... art niyetli şekilde yakışıksız ifadelerle kamuoyuna yansıtılmıştır.”
Kahraman açıkça “Meral Kılıçdaroğlu” dediğini itiraf ediyor ve bunu “masum bir teşbih” olarak tanımlıyor.
Siyasette “masum teşbih” yok. Sözde yılların politikacısı, ama bunu bilmiyor.
Siyasette bin düşünüp, bir konuşacaksın, sözde yılların politikacısı bunu da, bilmiyor.
Siyaset bir yana, ağızdan çıkan sözün, 77 yaşına gelmiş biri için nereye gittiğini bilmemesi epey hazin.
Ve bu kişi Meclis Başkanı.
Kahraman Meral Akşener’i “ucuz ve seviyesiz polemik yapmakla” suçlarken, daha da ileri gidiyor:
“15 Temmuz hain darbe teşebbüsü öncesinde Yurtta Sulh ifadesini yaptığı toplantıların tamamında slogan haline getiren, aynı tarihlerde katıldığı TV programlarında milletvekili olmamasına, herhangi bir partinin genel başkanı konumunda bulunmamasına ve ufukta seçim olmamasına rağmen, ‘Yakında Başbakan olacağım’ ifadelerini kamuoyu ile paylaşan, taşeronluğa teşne müflis bir siyasetçinin muhatap alınması söz konusu değildir.”
Sondan başlayalım:
- “Muhatap alınması söz konusu değildir” diyor ama, açıklama yaparak “muhatap” alıyor.
- 15 Temmuz darbe girişimini işe karıştırarak, sokakta çelik çomak oynarken kavga eden çocuklar gibi, olayla hiç ilgisi olmayan “o da öyle yaptı” gibi çağrışımlara başvurmayı deniyor.
- Alttan alta Akşener’i darbecilerin safında göstermeye çabalıyor.
- En matrak olan ise, “Başbakan olmak” amacını, “taşeronluğa teşne” olarak nitelendiriyor. “Başbakan olmak” isteği siyasette ne zamandan beri “taşeronluğa teşne” olmak, onu da anlamak zor.
Akşener’i savunmak filan değil, bana ne Akşener’den ya da herhangi bir politikacıdan.
Ama eğer tartışmanın ortasında Meclis Başkanı bulunuyorsa, hepimizi ilgilendiriyor.
Meclis... Madem “milli irade”, madem egemenliğin temsil edildiği yüce bir kurum... Onun başındaki kişi söz ve davranışlarıyla hepimize karşı sorumlu.
Oraya oturan kişinin o koltuğun hakkını vermesi gerekiyor, saygınlığını koruması gerekiyor.
Veremiyorsa, uğurlar olsun, fazla oturdu o koltukta.
O koltuk ona ağır geldi.