“Çok değil, yaşım henüz 53, Sosyal sigorta emeklisiyim, 14 yaşımdan beri çalışıyorum” diye söze giriyor Arnavut Selim ve başlıyor “eski Türkiye’yi” anlatmaya:
“O dönemlerde kredi kartımız yoktu, o yüzden bakkala falan borç yapardık ama, süper marketler olmadığı için eve haciz gelmezdi.
Sendikalar vardı. Tamam, öyle korkutmasa da Devrimci İşçi Sendikası (DİSK) üyesi isen, adamı öyle kapının önüne koymaya patronun petkası sıkmazdı.
Devlet memuruna kötü muamelesi yapmaya kimsenin yüreği yetmezdi, 657 sıkı kanundu.
Öğretmen saygı görürdü, ana baba gelip höt zöt edemezdi, onlar da öğrencilerine tecavüz etmezdi.
Öğretmenlerden gizli sigara içmek cesaret isterdi ama, okul önünde uyuşturucu satmak kimsenin aklına bile gelmezdi.
Komşunun çocuklarını istediğin gibi öper koklardın, kimse ‘çocuğumu taciz mi edecek’ diye aklından geçirmezdi. İnanan, inanmayan herkes çocuklara melek gözüyle bakardı.
Mahallenin imamından dayak yemek işin şanındandı, taciz edilmek akla bile gelmezdi.
Babana gidip ‘Cemil Hoca sırtımda sopa kırdı’ dedin mi, ‘vay haylaz’ der, bir araba da sopa o atardı ama, ‘sana başka bir şey yaptı mı’ diye sormazdı.
Baban emekli olmaya yaklaştı mı, ananla beraber iki göz oda bakardın, çünkü ikramiyen ona yeterdi. Ne kadarın varsa, ev alırken eşten dosttan yardım isterdin, kimse ‘dolar veririm, dolar alırım’ demezdi.
Sana yağı kuyruğuna, tüp kuyruğuna girerdin ama, o kuyruklarda tanışıp evlenenlerin hikâyelerini dinlerdin.
Semtlere göre okul farkı yine vardı ama, kimsenin anası babası ‘benim çocuğum onunla bununla aynı sınıfta olmaz’ diyemezdi, ayıptı, günahtı, gerçekten de Allah’tan da, kuldan da utanırdı insanlar.
Gırgır ve Hey bir milyon satardı, bu mizah dergileri ne kadar siyasetçi varsa, hepsine toptan giydirirdi ama, hiç bir siyasetçi bunlara ilişemezdi. Çünkü bilirlerdi, arkasından Fırt ve Çarşaf da o siyasetçilere sarar, hele hele Oğuz Aral’a laf edecek siyasetçi zaten sahadan silinirdi.
Bir siyasetçi ‘ananı da al git’, ‘affedersin, Ermeni, kız mıdır kadın mıdır’, diye sözler ağzına alamazdı.
Siyasetçilerin hepsinin diploması vardı ama mesela, Ecevit ‘benim üniversite diplomam var’ demezdi.
Yolsuzluk olmaz mıydı?.. Tabii ki olurdu ama, yolsuzluğu yapan adam sahadan silinirdi, ister Başbakanın yeğeni olsun, isterse İSKİ Müdürü olsun.”
Arnavut Selim derin bir nefes alıyor, sigarasından bir duman tellendirdikten sonra noktayı koyuyor:
“Son bir şey söyleyeyim, aynı ceketle, aynı pantolonla yıllarca okula gittim de, tek bir gün gelecekten korkmadım”.
Arnavut Selim’in sözlerini önceki gün Meclis’te CHP Bursa milletvekili Erkan Aydın aktarıyor. (TBMM Tutanak, 19 Aralık 2018, s.64).
Arnavut Selim’den ilham alarak, o “eski Türkiye’ye” ait o kadar çok örnek var ki, hepsi de birebir gerçek...
O “eski Türkiye’de” birileri mahalledeki arkadaşına, “Kürt Hüseyin” der, o bir Kürttür, bununla onur duyar, kimse de, onun Kürt olmasıyla ilgilenmez, öteki bir başka arkadaşına, “Bacaksız Hamdi” der, o bununla kendine daha çok güvenir, çünkü o yerden bitme hergelenin tekidir, diğeri karşı komşusuna “Turşucu Salih” der, aslında o turşucu değildir ama, sırası geldiğinde, biriktirdiği hikayeleri “şimdi size bir turşu daha” söze girer, başlar döktürmeye,
Mahallenin veletleri top oynarken gürültü yaptığında, “Berber Osman” dükkandan çıkıp çocukları kovalar ama, bir tekine bile kötü söz söylemez, aynı çocuklar “Şükriye Teyzenin” elindeki fileyi taşımakta zorlandığını görünce, ona koşup, “teyze sen taşıma, biz götürürüz eve” der ve fileden tek bir elma bile almaz.
Hangi partiden olursa olsun, Başbakanlar:
Kendileriyle dalga geçen Muammer Karaca’nın oyununa gidip, canla başla izler, Karaca’ya hakaret davası açmak yerine, onun alaylarına kahkahalarla güler, ardından sahneye çıkar ve onu tüm seyircilerin önünde kutlar,
Kendisinin karikatürünü çizen sanatçıları ayrıca kabul eder, “çok güzel çizmişsin, bana imzala da, şu duvara asayım” der ve o sanatçıyı öve öve bitiremez,
Kendilerini ağır dille eleştiren gazetecileri arar, “ister yaz, ister yazma ama, olayı bir de benden dinle” diye uzun uzun dil döker, daha sonra bir gezi ya da bir toplantı varsa, o gazeteciyi mutlaka özel olarak davet eder,
O gazetecilere dava açmak, hakaret etmek, hapse attırmak ya da işten attırmak aklından bile geçmez,
Kendi aldığı bir karar Danıştay’dan ya da herhangi bir mahkemeden geri dönerse, “yok hükmündedir, saygı duymuyorum” demek yerine, “şeriatın kestiği parmak acımaz” der, mahkeme kararını anında uygular,
Meclis’e hiç olmazsa, hafta bir, iki gider, muhalefetin ağır eleştirilerini sükunet içinde dinler, not alır, haklı ve yerinde görürse, gereğini yerine getirir,
İktidarlar seçimle değişir, seçimi kaybettiğinde, “milli iradeden hesap sorulmaz, demek ki, biz şu şu işleri yanlış yapmışız” der ve bir sonraki seçime hazırlanır,
Meydanlarda kimseyi azarlamaz, insanları kutuplaştırmaz, bağırmak çağırmak yerine, diğer partileri dalga geçerek, eleştirir.
Ve hepsinden önemlisi, hiç kimse “bugün başıma bir şey gelir mi” diye, kaygı içinde yaşamaz,
Çünkü, “devletin kurumları” kendi yetkileri çerçevesinde, hiç çekinmeden, iktidardan bağımsız tıkır tıkır işler,
Çünkü, ister o devlet kurumları, ister iktidar partisinin milletvekilleri, yanlış gördükleri bir konuda “kimseden korkmadan” doğru bildiğini açıkça söyler,
Çünkü, gerektiğinde “üniversiteler” evrensel hukuk ve bilim ışığında, “üniversiteden atılırım” korkusuna kapılmadan ve başlarına hiç bir şey gelmeden, seslerini yükseltir ve iktidarlar o sese kulak verir,
Çünkü, insanlar ülkedeki “adalete” güvenir,
Çünkü, insanlar ülkedeki “demokrasiye” inanır.
Hey gidi günler...
“Masal” gibi, değil mi?..
Öyle özlüyorum ki, o “eski Türkiye’yi”.