25 Ağustos 1922 akşam saat 23.00...
Kurmay ekibiyle birlikte, bir kaç gündür savaş planları üzerinde çalışıyor Mustafa Kemal. Yunanlılara son darbenin artık vurulma zamanı.
"Şimdi biraz dinlenmeye çekilelim arkadaşlar, saat 03.00'te yine bu karargâhta buluşmak üzere" diyor ve odasına çekiliyor.
26 Ağustos sabahı saat 03.00...
Bir ulusun kaderini bu savaş tayin edecek. Mustafa Kemal ve kurmayları yeniden bir araya geliyor. Biraz sonra savaş emri verilecek ve "Büyük Taaruz" başlayacak...
Hepsi sinek kaydı traş olmuş, savaşa değil de, sanki düğüne gidiyorlar!..
Mustafa Kemal:
"Arkadaşlar sizden ayrıldıktan sonra Reşat Nuri'nin 'Çalıkuşu' romanını okudum, tavsiye ederim, çok etkileyeci!.."
Gece saat 23.00 ile 03.00 arasında roman mı okumuş?..
Bir ulusun varlığının ölüm kalım savaşının verileceği günün sabahında ve gece yarısı roman okuyor!.. Masasının üstünde savaş planlarını yeniden ve tek başına gözden geçirirken...
Mustafa Kemal bunu hep yapıyor.
Evet, hep yapıyor.
Yunanlılar Polatlı'ya kadar yaklaşmışken... Top sesleri Ankara'dan duyulurken...
O "Birinci Eğitim Şurasını" topluyor.
Şura Yunanıların top sesleri arasında kendine yeni bir yol çiziyor, kurulacak Cumhuriyet'in eğitim politikasının temeli orada atılıyor.
Evet, hep yapıyor.
10 Ocak 1921 sisli bir sabah... Yunanlılarla Türk Ordusu "İnönü'de" karşılaşıyor. "Birinci İnönü Savaşı..."
Cephaneler tükenmek üzere... Asker bitkin... Ama, zaferden umutlu... Yunanlılar daha bitkin, geri çekilmeye başlıyorlar. Kuvayi Milliye'ye o savaşta kumanda eden İsmet Paşa düşmanın çekildiğini görünce "takip emri" veriyor.
13 Ocak 1921, "Birinci İnönü Zaferi..."
En büyük savaşın gece yarısında roman okuduğu gibi...
Askerleri cephede zafer kazanırken, O Ankara'da sadece bir hafta sonra...
"20 Ocak 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, iki yıl sonra kurulacak Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Anayasasını kabul ediyor, 1921 Anayasası".
30 Ağustos zaferine giden takvim olarak kısa ama, isyanlar, çekişmeler, kıskançlıklar, başarısız kılma taktikleri, dış düşmanlar, iç tehlikeler ve iç düşmanlarla dolu, aşılmaz gibi görünen uzun yolda...
10 Ağustos 1920'de Osmanlı'yı teslim alan, İstanbul, İzmir ve Anadolu'nun işgaliyle sonuçlanan "Sevr Anlaşması" imzalanıyor.
Mustafa Kemal 14 gün sonra, 24 Ağustos 1920'de Ankara-Moskova diplomatik ilişkisini kuruyor.
22 Eylül'de Ruslar Trabzon'a askeri malzeme, silah ve cephane göndermeye başlıyor.
Bir ay sonra 19 Ekim'de Ruslar "Sevr Anlaşmasını tanımadıklarını" ilan ediyor.
Bu dahiyane diplomatik manevra ile emperyalist ülkeler "Ankara-Moskova yakınlaşmasını" şaşkınlık ve kaygıyla izlerken, "Ankara Hükümeti'ni ciddiye alan" adımları atmaya başlıyor.
Londra'da toplanan konferansa Osmanlı Hükümeti'nin yanı sıra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti de davet ediliyor.
Ankara Hükümeti'ni yakından izleyen Lenin Politbüro'da durumu değerlendiriyor:
"Anadolu'da gerçek bir ihtilal başlamıştır."
Musafa Kemal bu yakınlaşmayı yine "müthiş bir zamanlamayla" değerlendiriyor.
Bekir Sami Kunduh başkanlığındaki heyeti Moskova'ya gönderdiği günü, "Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) kuruluş gününe" denk getiriyor.
TKP'nin başına geçmesi için o sırada en yakınında bulunanlardan Adnan Adıvar'ın nabzını yokluyor.
Böylelikle, Anadolu'nun Doğusunu garanti altına alıyor. O garanti 1921 Ankara Anlaşması ile resmen perçinlenmiş oluyor.
Artık Batı Anadolu'yu, Güney Anadolu'yu düşmandan temizleme zamanı...
Sakarya Meydan Savaşı'nda tek bir uçağımız var. Tüfek ve mitralyözde Yunanlılar büyük farkla önde. Asker sayısında büyük farkla önde.
Ama, onların Mustafa Kemal'i yok!..
Bu ağır koşullarda Mustafa Kemal ne yapıyor?..
"Yunanlıları savaşa zorladığı alanda onları ikmal merkezlerinden uzaklaştırıyor. İkmal merkezinden uzaklaştıkça, Yunanlılar özellikle su sıkıntısı çekiyor, su sıkıntısına yiyecek sıkıntısı ekleniyor".
Bizimkiler zaten kuru ekmeğe alışkın!.. Ve de suya yakın...
Ateşin bütün alana yayıldığı yüzeyde 15 - 30 kilometre derinliğinde bir toprak parçası kan gölüne dönüyor.
Taaruzun başladığı saatten zafere kadar geçen sürede O hep siperlerde, askerinin yanında.
Taaruzun dördüncü günü düşmanın yarı kuvveti imha ediliyor.
İsmet Paşa o anda 30 Ağustos Zaferinin adını koyuyor:
"Başkumandanlık Meydan Muharebesi".
Milli Mücadele kararını verdiğinde, Samsun'dan ilk kongre için Sivas'a geçtiğinde, Anadolu Halkına ne olup bittiğini anlatmak üzere, o sıkışık günlerde, zaten ne zaman sıkışık değil ki, Sivas'da "İrade-i Milliye" adında gazete çıkartıyor.
"İrade-i Milliye", yani milli irade, ulusun egemenliği... Daha ilk adımda aklında hep varolan ve hiç bir zaman vazgeçmediği "ulusun egemenliği"...
Ankara'da zaman zaman görüştüğü yabancı gazetecilere ki, artık "Anadolu İhtilali" dünyanın en çok ilgisini çeken olaylardan birine dönüşüyor, hedefini hep "ulusal egemenlik" üzerine kurduğunu anlatıyor.
"Anadolu İhtilali", bu aynı zamanda Sabahattin Selek'in yazdığı kitabın adı, dünya bu "ihtilali" anlamak için en kıdemli tarihçilerini ve yazarlarını Anadolu'ya gönderiyor.
30 Ağustos Zaferine giden savaşı izlemek üzere gelenler arasında ünlü tarihçi Arnold J. Toynbee ile gazeteci ve yazar olarak geçen yüz yıla damgasını vuranlardan Ernest Hemingway de var.
Savaşı ikisi de, "Yunan saflarında" izliyor. Ama ikisi de, "Türk'ün Zaferini" yazıyor.
Daha ilk adımdan Cumhuriyet'in kuruluşuna ve sonrasında gerçekleşen devrimlere kadar, dünya O'nun kişiliği ile geçmişte ve bugün kim ne yapmaya çalışırsa çalışsın, O'nun eserleri karşısında saygıyla eğiliyor.
Yokluklar ve çıkmazlar içinde, O'nun halkını tarihte bir daha gerçeklemesi mümkün olmayan bir zaferle taçlandırmasını, O'nunla savaşanlar da hayranlıkla izliyor.
Bugün 30 Ağustos... Bugün büyük gün...
En saygın ve etkin biçimde kutlanması gerekirken...
"Pandemi" bahanesiyle, diğer ulusal bayramlarda olduğu gibi, anma törenlerine kısıtlama getiriliyor.
Ayasofya'nın açılışında pandemi yok, Kurban Bayramında pandemi yok, Malazgirt Zaferini kutlarken pandemi yok...
30 Ağustos'u kutlarken pandemi var!..
30 Ağustos olmasaydı, 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim olmasaydı, acaba sen olur muydun?..
Kutlamaları kısıtlayanlara bir önerim var:
Önlerine gelen ilk tarih kitabını açsınlar, kimin yazdığı, ne zaman yazıldığı önemli değil, neler yazıldığını yeniden okusunlar.
Okumak yetmez, anlamaya çalışsınlar, belki o zaman oturdukları koltukların değerini anlayabilmek için fırsat yakalayabilirler.
Ve nerede, hangi konumlarda olurlarsa olsunlar, altlarındaki koltuklar çoktan kaymış olsa bile, ulusal bayramları onlar da, dünya gibi, alkışlamak zorunda kalacaklarını görebilirler.
Onları kaderleriyle baş başa bırakalım...
"Biz, halkın ezici çoğunluğu olarak, bayramımızı doya doya kutlayalım, dünya var oldukça..."