Biri ağır silah veriyor, öteki bayrak çekiyor. İkisi birden bize şunu söylüyor:
“Siz buralarda artık pek dolaşmayın!”
Türkiye iki gün üst üste çok ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor. Doğrudan değil, ama dolaylı yoldan yapılanlar güney sınırımızda Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor.
Amerika ve Rusya PKK, PYD, YPG artık ne varsa, Türkiye’nin yıllardır mücadele ettiği terör örgütlerini himayelerine alıyor. Resmen ve fiilen.
İlk adımı Amerika atıyor, önceki gün ağır silah verdiğini, vereceğini açıklayarak.
Bir gün sonra, dün Rusya Suriye topraklarında bayrağını çekiyor.
Amerika ile Rusya el ele vererek, Türkiye’ye “sen şöyle bir kenara çekil, buralarda pek bir şeye karışma” resti çekiyor.
Rusya’nın Suriye’de bayrak çekmesi olağanüstü bir gelişme. Türkiye’ye şunu diyor:
Bir devlet nerede bayrak çekiyor? Kendi topraklarında.
Suriye’yi “kendi toprağı” sayıyor, Esad da buna izin veriyor. Zaten Esad başından beri Rusya ile al takke, ver külah vaziyetinde.
Madem “kendi toprağı” sayıyor, o zaman “burası benim egemenlik alanım” diyor.
Türkiye bu saatten sonra artık ikide bir, yok Rakka, yok Afrin, yok bilmem neresi, Suriye sınırında ve topraklarında zor askeri harekat yapar!
Suriye topraklarında bayrak çektiğine göre, Türkiye’nin Suriye’ye yapacağı her harekatta bundan böyle karşısında Rusya’yı bulacak, Suriye’yi değil.
Rusya kuzey komşumuz iken, aniden ve aynı zamanda güney komşumuz da oluyor.
Amerika da öyle.
Böylece güneyde aniden iki komşumuz zuhur ediyor, Amerika ve Rusya.
Olayın çok daha vahim yönü ise, bayrak çekmesinin altında yatan “sır”, hem de AKP iktidarının bölünmez parçası Anadolu Ajansı’nın haberi ile ortaya çıkıyor:
“Bayrak PKK’nın uzantısı olan PYD ve YPG’yi korumak amacıyla çekilmiştir.”
Bırakın Esad’la uğraşmayı, Türkiye bundan sonra Suriye’de terör örgütlerine karşı sınır ötesi harekatta bulunmak isterse, bin kez düşünmek zorunda.
Çünkü, Rusya orada bayrak çekerek böyle bir askeri harekatı “kendisine yapılmış” sayacağını ilan ediyor.
10 ve 11 Mayıs 2017 günlerini bir kenara yazmak gerek.
Bu iki gün bölgemizde tarihin yeniden yazılmaya başladığı iki gün.
İki büyük devletin terör örgütlerini öyle kapalı kapılar ardından filan değil, dünyanın gözü önünde fiilen ve resmen kanatları altına aldıklar gün.
Birinin ağır silah verdiğini, diğerinin bayrak çektiğini, ikisi de önceden birbirine yüzde bin haber vermiş olmalı, ortaklaşa verdikleri bir karar.
Eee, peki “lider ülke?..”
Balkanlardan Orta Doğu’ya kadar bu topraklarda her şeyin bizden sorulduğu masalı?
“Enerji koridoru ülke?..”
Orta Doğu’da bütün devletler, Amerika, Rusya, Avrupa dahil, herkesin bize biçtiği rol masalı?
“Bizim müttefiklerimiz?..”
Amerika’sı, Rusya’sı, o ziyaretlerde elde edilen müthiş başarılar masalı?
“Terör örgütlerine karşı işbirliği?..”
O masal anlatmakla bitmez.
Bu masalların bir kahramanı var.
2011’den sonra bizi buralara getiren önce Dışişleri Bakanı, sonra Başbakan Ahmet Davutoğlu.
Hiçbir söylediği doğru çıkmıyor.
İzlediği dış politika facialara yol açıyor.
Yok, “cuma namazını Şam’da kılacak”, yok, bölgede herkes her şeyi bize soruyor, yok “biz Osmanlı torunlarıyız, Kafkaslar’dan, Balkanlar’a kadar biz her şeye hakimiz...”
Masaldan masal beğen.
İttihat Terakki’den bu yana, yani yüz yıldır böyle bir yenilgi yok.
Rusya, bayrak, Amerika, ağır silahlar, bunlarla hiç ilgisi olmayan, çok başka bir konu, İran’da Cumhurbaşkanı seçimi.
Altı aday yarışıyor.
Altı aday TV’ye çıkıyor ve aralarında tartışıyor.
Büyük bir gıpta ve özlemle izliyorum, İran’da bile…
On beş yıldır bizde liderlerin seçim zamanı bir araya gelerek, kendi aralarında tartıştıkları tek bir program yok. On beş yıldır…
Bu tek örnek bile, bizdeki demokrasinin ne olduğunu göstermeye çoktan yetiyor.
İki gündür ağzımda pelesenk, “İran’da bile…”