Tarık Zafer Tunaya, Nusret Hızır, Selahattin Eyüpoğlu, Ali Fuat Başgil, İsmet Giritli, Yavuz Abadan, Haldun Taner...
Onlarla birlikte tam 147 öğretim üyesi çeşitli üniversitelerden atılıyor.
27 Mayıs’ta, Milli Birlik Komitesi tarafından.
Olay Türkiye’de öyle bir yankı yaratıyor ki, dönemin önemli üniversite rektörleri sessiz kalmıyor. Protesto için dört rektör görevinden istifa ediyor, hepsi de anlı şanlı, kendi bilim dalında dünya çapında insanlar:
İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, İTÜ Rektörü Prof. Dr. Fikret Narter, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Suud Kemal Yetkin.
Bununla birlikte 147 öğretim üyesinin atılmasına bazıları sessiz kalıyor, hatta bazıları kendilerine göre, atılmaya hak bile veriyor.
Neden atılıyorlar?
27 Mayıs’la uyuşmadıkları için. Yoksa, ortada bir suç filan yok. Sadece farklı düşüncelerde oldukları için.
Dostoyevski’nin bir öyküsü var, “Timsah.”
Dostoyevski orada bir timsaha yem olmuş İvan’ı anlatıyor. İvan timsahın karnında, ancak İvan’ın yakınları pek de oralı değil. Dostoyevski, öyküsünde İvan’ın gözünden dışarıda kalanları inceliyor ve onların duyarsızlığını anlatıyor.
147’ler arasında yer alan Haldun Taner bu öyküden esinlenerek, “Timsah” isimli bir oyun yazıyor.
Oyundaki tiplemeler, 1960’ların gerçek insanları. Taner onların 147’ler karşısındaki duyarsızlığını anlatıyor. Üniversitelerde dönen dolapları hicvediyor.
Son yayınlanan KHK ile üniversitelerde Cumhuriyet döneminde görülmemiş bir tasfiye yaşanıyor. Toplamda 330 öğretim üyesi üniversitelerden ihraç ediliyor.
Öyle ki örneğin, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünde sadece dört öğretim üyesi kalıyor. Bir anlamda, sanatçıların yetiştiği tiyatro bölümü fiilen kapanmış oluyor.
Atılanlar kimler?
Önemli bir çoğunluğu Barış Bildirisi'ne imza atanlar.
Büyük suç, nedir o suç?
“Barış istemişler.”
Büyük suç, nedir o suç?
“Sadece düşüncelerini açıklamışlar, fakat sadece düşüncelerini...”
Ama, o düşünce “büyük büyük büyüklerin” hoşuna gitmiyor.
O zaman, “atılsın onlar.”
Türkiye’de ifade özgürlüğünün yerle bir olmasının en çarpıcı örneklerinden biri.
Onların görevlerine son veriliyor, her türlü hakları da, yanıyor, örneğin emeklilik gibi.
Barış Bildirisi'ne imza atmışlar...
Bir tek Sibirya’ya sürülmedikleri kalıyor.
Bu arada YÖK müthiş bir açıklama yapıyor ve tarihe karşı aradan sıyrılıyor:
“Atılan akademisyenlerin listesini üniversiteler hazırladı.”
Yani, ilgili üniversite rektörleri.
Aradaki farka bakar mısınız?
Elli yedi yıl önceki farka...
27 Mayıs’tan sonra, 1960’da 147 öğretim üyesi üniversiteden atıldığında, Türkiye’nin o tarihteki dört büyük üniversitesinin rektörü olayı protesto için istifa ediyor, bugün ise, tasfiye listeleri üniversitelerde hazırlanıyor.
147’lerin tasfiyesi o kadar büyük tepkiye yol açıyor ki, kısa süre sonra Milli Birlik Komitesi ki, askeri ihtilal yönetimi, bu kararından vazgeçmek zorunda kalıyor, 147’ler yeniden üniversiteye dönüyor.
Bir askeri yönetime bakın, bir de bugün demokratik seçimle iktidara gelmiş hükümetin yaptıklarına.
İlginç olan, bugün üniversitelerden uzaklaştırılan akademisyenlere hangi suçun yüklendiği de belli değil.
Olay bazı yandaş kalemlerin bile tepkisine yol açıyor.
FETÖ derken, terör örgütü üyesi derken, fırsat bu fırsat, kimsenin yerinden kıpırdamasına imkan verilmiyor ve o akademisyenlerin görevlerine son veriliyor.
Belli, yukarılarda sinirler gergin, referandum dolayısıyla, ya “HAYIR” çıkarsa kaygısı, telaşı.
İnsanları sindirmek amacıyla, her yola başvuruluyor. Oysa, insan vicdanına aykırı bu işlemler bu biçimde sürdükçe, asıl o zaman “HAYIR” daha da güç kazanıyor.
Ne var ki, tehlike çok başka yerde.
Bu kadar yetişmiş insan, akademisyen görevinden edilirse, yarın bilimde, sanatta, ülke kalkınmasında, akla ne geliyorsa, hepsinde gerilemeye mahkum bir ülkeye doğru yol almak işten değil.
Geri kalmış, otoriter bir Orta Doğu ülkesi…