“Kalbinde derin bir sızı”.
Güvendiğin dağlara kar yağıyor, verilen sözler buz üstünde kayıyor. Yaşananlar “yalan rüzgârına” kapılmış, dağa çıkıyor. Olmadı, kuyuya iniyor.
“Kalbinde derin bir sızı”.
Devrim kahramanı ve şehidi Deniz Gezmiş’in hapishane arkadaşı Erdal Öz’e yaşadıklarını anlatırken kullandığı deyimle “yaralısın”.
O yaralı halinle alıp başını gitmek istiyorsun.
Çünkü...
“Kalbinde derin bir sızı”.
Gerçekten gidiyor.
Nereye?
“Savaşa!”
Ortaokul yıllarımda okuduğum, etkisinden hiçbir zaman sıyrılamadığım Tolstoy’un klasikler dizisindeki romanı “Savaş ve Barış” aynı zamanda bireysel olarak, kalp sızısıyla, “derin bir aşkla” başlayan ilişkinin hüsranını taşıyor.
Bir prensin oğlu olan Andrey büyük bir aşka düşüyor, yudum yudum yaşamayı düşlediği aşk kısa sürede hayal kırıklığına dönüşüyor.
“Kalbinde derin bir sızı”.
O sızıdan kurtulmak için hayatla kumar oynarcasına, olağanüstü bir serüvene atıyor kendisini, savaşa katılıyor.
Savaşta yaralanıyor. Top sesleri arasında kendisini siperde korumaya çalışırken, gökyüzüne bakıyor. Siperde tek başına, çaresiz.
Gözlerini gökyüzünden ayırmadan, romana başka bir açıdan damgasını vuran sözler dökülüyor ağzından:
“Bulutlar geçiyor, hayat geçiyor”.
Hayat geçerken...
Savaşın ortasında...
“Yaralısın...
Kalbinde hâlâ o derin sızı”.
Onu terk etmiyor.
Savaş bile...
İşte savaş, ötesi yok.
Savaş kalbindeki derin sızıyı dindirmeye yetmiyor.
O derin sızı, kafasını boşaltıyor, yeni yağmış kar gibi.
“Bulutlar geçerken, hayat geçerken”, hepimiz yaralanıyoruz, “yaralı insanlar resmi geçidine” katılıyoruz hep birlikte.
Çoğumuz adalet aramak peşinde.
Çoğumuz geçim derdinde.
Çoğumuz dalga dalga yükselen haksızlığın bir sabah sona ereceği inancında.
Bilmiyorum çoğumuz mu, değil mi, ama kendimizi kitaplara vuruyoruz, müziğe, spora ya da bir gün sona ereceğini düşündüğümüz ve fakat belki de, hiç bitmeyecek olan yalnızlığa.
“Tek başına...
Yaralısın”.
“Kalbinde derin bir sızı”.
At kendini kitaplara.
Tarihe.
Tarihten günümüze ders olacak çok çarpıcı gerçek bir olaya.
1683 İkinci Viyana Kuşatması, Osmanlı adına bir bozgun.
Bozguna rağmen, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana seferini tekrarlamak istiyor. Avusturya elçisi yeni bir savaşı önlemek amacıyla Kara Mustafa Paşa ile görüşüyor. Paşa ikna olmuyor. Elçi ısrarcı:
“Biz barış istiyoruz, siz hala kan dökmek istiyorsunuz”.
Nafile! Kara Mustafa Paşayı ikna etmek mümkün değil.
Elçi çare arıyor.
Medrese eğitiminden geçmiş, gün görmüş bir Şeyhülislam var o sırada Osmanlı’da.
“Ali Efendi”.
Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığına denk gelen kürsünün sahibi.
“Onun da, adı Ali”.
1674 ile 1686 tarihleri arasında, dönemine göre, uzun süre o koltukta oturmayı başaran, herkesin güvenini kazanmış, kul hakkı yedirmeyen, hukuku her türlü değerin üstünde gören, kadılıkta deney kazanmış bir Şeyhülislam.
Özü sözü bir, kararlarına saygı gösterilir.
Avusturya elçisi, Ali Efendi’ye başvuruyor.
“Barış istiyoruz, Paşa kan dökmek istiyor, bir çare bulunuz”.
Ali Efendi kararını veriyor.
Osmanlı’yı bağlayan bir fetva veriyor:
“Aman dileyene kılıç çekilmez.
Bu savaş caiz değildir!”
Akan sular duruyor. Kara Mustafa Paşa yerinde mıhlanıyor, Viyana’ya yeni bir seferden vazgeçiyor.
“Padişah IV. Mehmet ağzını açamıyor”. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, aktaran Necdet Sakaoğlu, Tarih Dergisi, Temmuz 2021 sayısı, s.72).
Şeyhülislam Ali Efendi toplumun sevgisini kazanmış, birini diğerinden ayırmayan, rahatsız etmek de ne demek, insanlara huzur aşılayan gerçek bir din adamı. Padişaha yaranmak gibi bir derdi yok.
O kadar yok ki...
Padişah IV. Mehmet ava meraklı. Tarihteki lakabı “Avcı Mehmet”. Devlet işlerini Sadrazama ve vezirlere bırakmış.
Şeyhülislam Ali Efendi Padişahın eteğini öpmek yerine, ona haber yolluyor:
“Kendi heva vü hevesinde, avında ve kuşunda. Avdan el çekip tahtında otursun”.
Bu haber üzerine IV. Mehmet ne yapıyor?
“Ava çıkmaya ara veriyor!”
1526’da Mohaç Zaferi ile Osmanlı yönetimine giren bugünkü Macaristan’ın, o tarihteki üç eyaletinden biri “Budin”.
1683 Viyana bozgunu sonrasında, 1686’da yapılan savaşı Avusturya kazanıyor, 150 yıl sonra Budin’i geri alıyor.
Padişah IV. Mehmet durumu görüşmek üzere Ali Efendiyi Saraya çağırıyor.
Ali Efendi:
“Gelmemize ulemanın izni yoktur”.
Padişahın ayağına gitmiyor.
IV. Mehmet de, onu görevden alıyor.
On iki yıl hiç kimsenin kulu, kölesi olmadan, hukukun rehberliğinde tarihe örnek bir Şeyhülislam olarak geçiyor.
“Yaralı insanlar resmi geçidine” her gün yeni insanlar eklenirken...
“Kalbinde derin bir sızı.
Yaralısın”.
Şeyhülislam Ali Efendi gibi, tarihteki seçkin insanlar o sızıyı dindiriyor mu?
Dün bugüne çare olmuyor, sadece avutuyor.