Önce "bir" gelir, haliyle "bir" öndedir. Onu bir aradalık takip eder. Bir arada olanların aynı olması beklenemez, çünkü bir aradalık özdeşlik gerektirmez. Öyleyse "bir" her zaman birdir ve tam da bu nedenle başkadır. Haliyle toplumsal dünyada her kişi tek ve biriciktir. Bir nesnenin boşluğu bir başka nesneyle dolar, ama insan dünyasında hiç kimsenin yeri doldurulamaz. Bu, sadece bir tespittir, değer ilanı değil. Haliyle, ben ile ötekinin konumu asimetriktir. Levinas'tan yardım alarak ifade edersek, "öteki ben olmayandır." Durum buysa, ben ile ötekinin birbiri karşısındaki konumu başkalık olarak betimlenebilir.
Gelgelelim başkalığı basit bir hamleyle eritmek mümkündür. Bu yıkımı, yaygın ahlaki talepler ile ondan nemalanan politikalar devreye sokar. Zira simgesel/toplumsal dünya, bir yandan bilinçdışını yapılandırır, öte yandan bilince malzeme sunar. Her toplumsal ahlak ve ideoloji, doğası gereği, kendine duyduğu inançtan beslendiği için, temsil ettiği ufku açık, inşa ettiği eylem alanını pürüzsüz gösterir. Böylece kendini, kendine mensup olanın ruhuna doğru ve değerli olarak kodlar. Bundandır ki, Peri (Defne Kayalar) sırf başörtülüdür diye Meryem'den (Öykü Karayel) haz etmez, Ali Sadi Hoca (Settar Tanrıöğen) sırf dini temsil ediyor diye her şeyi bildiğine inanır, Gülan (Derya Karadaş) sırf para kazandığı için kendi sokağında peydahladığı kanaatlerini kardeşi Gülbin (Tülin Özen) dolayımıyla bilimsel yargıdan daha hakikatli bulur. Zygmunt Bauman'ın "biz" ve "onlar" dediği ayrım böyle bir mantıkla yayılır. Hal böyle olunca, başkalık, önce dışsal, sonra perspektif içi olmak üzere iki düzeyde eritilir. Ve işler, değer bakımından olmasa da, sosyal ilişkiler bakımından gücü elinde bulunduranın lehine işler.
"Biz" ve "onlar" kategorik olarak ayırımcı ahlak ve ideolojinin gücüne güç katar. Dindarlar, dindar olmayanlar, dinsizler, aleviler, sunniler, sağcılar, solcular, laikler, Türkler, Kürtler… Böylece dindar dindar olmayanı, dindar olmayan dindarı, sağcı solcuyu, solcu solcu olmayanı, Türk Kürdü, Kürt Türkü, heteroseksüel başka bir cinsel eğilimi olanı dışsal başkalık bakımından görünmez kılar. "Onlar" grubuna dahil olanlar açısından iki yönlü bir sorun devrededir; önce özdeşleştirilir, sonra bayağı ilan edilirler. Buna, bayağılığın aynileştirilmesi diyelim. Ne ki tahripkâr stratejilerin sonu gelmez; dışsal üstünlüklerine iman eden "biz" grubunun mensupları çok geçmeden grup içi üstünlük mücadelesi vermekte sakınca görmezler. Buna, "üstünlüğün" başkalaştırılması diyelim.
Böylece, "onlar" karşısında "biz" aynılığı, "biz" içinde kişisel başkalık postuna bürünür. Aynı başörtüsü Meryem'in dışlanmasına, Gülan'ın paraya para dememesine vesile olur. Bu mantıkladır ki, Peri kendisiyle aynı kulvarda görmediği Meryem'i bayağı bulurken, dört elle sarıldığı dünya görüşünü miras aldığı anne ve babasından da haz etmez; Gülbin, Peri'nin tutumu karşısında tam ailesinin kızı havasındayken, ablası Gülan'ın kendi konumuna yakıştırmadığı hallerini hasıraltı etmek için didinip durur. Üstelik belki Meryem gibilerini hor görmez, ama alttan alır. Merhamete muhtaç zavallılar gibi! Velhasıl "biz" ve "onlar" kategorilerinin inanç, ideoloji, yaşam tarzı, milliyet, devlet gibi çok sayıda belirleyeni vardır ve Türkiye'de ilginç bir şekilde aralarında hızlı bir geçiş söz konusudur. Başörtülü Gülan kardeşi Gülbin'i Kürtlüğüyle sahiplenip yaşam tarzı bağlamında üç kuruşluk bulurken, parasız başörtülülerin mahallesinden geçmeye dahi yanaşmaz. Velhasıl herkes kendi dünyasında çelişkilere boğulmuştur.
İdeolojileri veya inançları farklı olanların yaşam tarzlarının farklı olması doğaldır. Evet, ama herkes en nihayetinde Türkiye'nin havasını solumaktadır. Böylece gruplar arası başkalık Türkiye'nin aynılığının gölgesinde kalır. Bilinçdışını yapılandıran üst simgesel/toplumsal gösterenler -ya da kodlar- herkesi benzer kılar. Ayrımcılıkta benzerlik, öteki üzerinde baskıda benzerlik, kendini eksiksiz sanmakta benzerlik, ideolojik tavır takınmakta benzerlik, güç karşısında alınan konum bakımından benzerlik, bilgiyi değersizleştirmekte benzerlik, sanılara veya kanaatlere hakikat muamelesi yapmakta benzerlik, mutsuzlukta benzerlik, öfkede benzerlik, yıkımda benzerlik, hastalıkta benzerlik… Aynı değiliz, ama benzeriz. Savundukları farklı, tavır ve tutumları aynı olanların dünyası…
Kurgu, ilişki örgüsü, sinematografi, oyunculuk, yönetmenlik bakımından hayli başarılı olan dizi, toplumun ruhuna sirayet etmiş ahlaki ve ideolojik tutarsızlıkları, çarpıklıkları, açıkları böylesine zarif işlemekle gerisindeki sanatsal ustalığı kanıtlar. Berkun Oya'nın açmış olduğu tartışma son derece kıymetlidir. Gelgelelim dizi, ayrımcılığın doğasına yaptığı vurgu, insanların olup-bitenlere karşı aldığı tutumun bilişsel ve etik mahiyetine yaklaşım tarzı ve nihayet karakterlerin geçirdikleri dönüşümün mantığı açısından önemli sorunlar içerir.
Türkiye'nin toplumsal yapısının devreye soktuğu "biz" ve "onlar" ayrımı öylesine sıkı bir biçimde ahlaki ve ideolojik kodlarla örülmüştür ki, ilişkileri hemen her zaman yaygın kanaatler yönetir. Bilim, sanat ve felsefe aracılığıyla ortaya konulan bilgilerin toplumsal kurumlara sirayet edip yaşamı dönüştürme olanağı ortadan kalkınca, politikaları belirleyen şey temel haklar değil, ahlaki ve ideolojik talepler ile ekonomik çıkar olur. Bundandır ki politik güç hemen her zaman iktidarı destekleyen grubun lehine, karşı olanın aleyhine işleyerek "biz" ve "onlar" ayrımını canlı tutar. Temel motivasyon çıkar, temel duygu intikam olursa, iktidar değiştiğinde, suç ve ceza da değişir. Bu hal, Türkiye'nin döngüsüdür. Bu kadar ağır kan kaybı bizi evrensel değerlere yaklaştırmıyorsa, eylemlerimizin dünyaya kattığı değerle değil, ödediğimiz bedelle övünüyorsak, düşünce dünyamızda bir sorun olmalı!
Bu yüzden, ayrımcılığın yavanlığını görünür kılmadaki başarısına rağmen, dizi, bunu Peri ve ailesi nezdinde öyle bir biçimde işlemiş ki, yegane ayrımcılığın bu olduğu havası yaratıp ayrımcılığın yaygınlığının üstünün örter. Böylece, sözgelimi, hemen her zaman en az diğeri kadar şiddetli olan muhafazakâr ayrımcılığa saklanacağı bir delik açar. Şu ilk haline tanık olduğumuz Peri'nin tutumuna benzer bir tutum alan birinin, bugün Türkiye'de bir devlet kurumunda iş bulma ihtimalinin son derece zayıf olduğu gerçeğini hesaba kattığımızda durum daha iyi anlaşılır. Ayrımcılığın bir cephesini görünür kılma tarzı, ayrımcılığın doğasını gizliyorsa, ortada devasa bir sorun vardır.
Bu hamlenin olanı göstermeye yönelik sanatsal bir arzudan fazlasını taşıdığını, Meryem ile Hilmi (Gökhan Yıkılkan) karakterlerini konumlandırma biçiminden çıkarabiliriz. Her ikisi de son derece gerçek olan bu karakterin hayat karşısındaki duruşu pek gerçekçi değil. Meryem öyle estetize edilmiş ki, düşünce dünyasındaki handikaplar erdem gibi karşımıza çıkar. Kişisel zaaflarıyla uğraşıp duran çok sayıda kadın ve erkeğin gözümüzün önünde olması, yaşamın kanını çeken bir ahlakın yükünü taşımaktan imtina etmeyen Meryem'i iyicil kılmaz. Tamam, Meryem kötü değildir, ama iyi de değildir. Dahası kendine kötülük yapmaktadır. Arzusunun üstüne toplumsal ahlakın süngerini çekip canlılığını yitirmiştir. Bundandır ki psişik bir sorun yaşamasına rağmen ruhu dingindir. Bu da onu bir makinaya dönüştüren geleneği masum gösterir. Zira toplumsal yükün ağırlığı ile kişisel arzu arasındaki çatışmada ruh her daim gerilimli olur.
Hilmi'nin hali de benzer şekilde estetize edilir. Psikiyatri okumuş iki kadının hiç kimseye hayrı dokunmazken, kendince Jung okuyan mahallenin aylak çocuğu Hilmi karşımıza bir katharsis ustası edasında çıkar. Tamam, Türkiye'de işinin ehli olmayan bolca insan vardır; tamam, kişisel eksikliklerin, kurumsal aksaklıkların bilgi ve sanat gerektiren işleri layıkıyla yapmamıza mani olduğu kesindir, ama bilgiyi bulup hayata taşımanın bu kadar kolay ve yanlış yollarla mümkün olduğu düşüncesine yaslanmak son derece vahimdir. Meryem'in insanı harcamaktan imtina etmeyen bir geleneğin yükünü taşımadaki istekliliğini erdem gibi işlemek, bilgi konusundaki eksikliğimizi Hilmi'nin kendince okumalarıyla doldurmak… Bunlar, ahlaka ve bilgiye ilişkin Türkiye'nin her tarafında kol gezen sanılara sanat aracılığıyla alan açmaktır. Arzuya karşı ahlaki kodun, insan olmaya karşı cinsiyet rolünün, akademiaya karşı sokağın, argümana karşı sloganın, sistematik araştırmaya karşı bilgi snopluğunun zaferi devam etmektedir. Meryem ile Hilmi'nin pişmanlık yaşamayan, telaşa kapılmayan, dönüşmeyen iki karakter olarak resmedilmesi bunun bir tavır olduğunu gösterir. Dizinin evrensel değerlerle arasına mesafe koyan şey de budur.
Ve dönüşenlerin dönüşümüne yaklaşım biçimi bir başka sorunlu yandır. Peri'nin, Sinan'ın, Ali Sadi Hoca'nın, Ruhiye'nin böylesine hızlı dönüşüm yaşamaları, dizinin mantığının beslendiği bilinçdışı -ya da kolektif bilinçdışı- perspektifine halel getirir. Her bir karakterin tam da olduğu gibi olmasının gerisinde kişisel tercih değil, simgesel/toplumsal dünya bulunur. Odur bilinçdışını yapılandıran, bilincin yürüyeceği yolu açan. Haliyle her karakterin olduğu şey olmasının bir tarihi vardır. Arzu nesnesi, istekler, eylemler bakımından kişisel değişim hızlı olabilir, fakat karakter ve tavır değişimi için bu tarihi başlatan simgesel/toplumsal dünyada bir değişimin, üstelik uzun vadeli bir değişimin devreye girmesi zorunludur. Gölge silinemez, bizi terk eder.
Adorno'nun "yanlış yaşam doğru yaşanmaz" sözü bu duruma atıf yapar. İnsanları, kendileriyle ve birbirleriyle böylesine savaşçıl yaşamaya iten simgesel/toplumsal bir dünyanın içinde barışçıl yaşamak imkansızdır. Aksi durum gerçeğe aykırıdır. Bu anlamda belki yeniden hatırlamak gerekir. Gerçeğe sadakat, olgulara sadık olmak değildir, ilişkilerin mantıksal olanağına bağlılıktır. Olmakta olan şey gerçeklik değil, olgusallıktır, gerçeklik mantıksal olabilirlik içerir. Dizi ilişkiler ağı bakımında olmakta olanları son derece başarılı işler. Herkes temsil ettiği dünyanın ruhunu tam anlamıyla yansıtır. Bu konuda hiçbir sorun yoktur. Ancak işlenen dünyanın ilişkilerinin olası sonuçlarına geçişin düzeyine mantıksal bağlılık gerçeğe aykırı durur.
Ali Sadi Hoca'nın aydınlanıp kızının tercihini onaylaması, imamlığı bırakıp arzusuna alan açması, yemek, içmek, seks yapmaktan başka hiçbir şeyi anlamlı bulmayan Sinan'ın bambaşka bir kimliğe bürünmesi, çok kez intihara kalkışmış Ruhiye'nin yaşama neşe katan bir karaktere dönüşmesinin gerisindeki psişik geçişler, Jung'un kolektif bilinçdışı yaklaşımına da, Lacan'ın bilinçdışı perspektifine de aykırıdır. Mesele elbette olup-bitenin bu teorilere uyumlu olmaması değil, bilinçdışının yasasının mantığının ihlal edilmesidir.
Ali Sadi Hoca'nın geçirdiği dönüşüm, Bergman'ın Kış Işığı filmindeki Papaz Tomas'ın geçirdiği dönüşümün daha yumuşak versiyonudur. Fakat Kış Işığı'nda geçiş son derece sancılı, kopuş aşırı zorlu olur. Zira ne bilincin dönüşümü, egemen simgesel/toplumsal dünya içinde düşünsel bir tavır değişimiyle mümkündür ne de bilinçdışının boşlukları ideolojik bir değişimle doldurulabilir. Sanatı gerçeğe yaklaştıran şey bu hali görünür kılmaktır. İlişkilerin olgusal seyrini resmetmek değil, ilişkiler arasındaki geçişi mümkün kılan mantıksal olanaklara bağlı kalmak… Simgesel/toplumsal kodlar yerli yerinde dururken, kişinin bilincinin yürüyeceği yollara el değmezken, doğru olanı sezmek mümkündür, ama doğruyu yaşamak mümkün değildir. Yanlış düşünüp, doğru yaşanmaz. Hastalığın tedavi yeri politika değil, simgesel/toplumsal genlerdedir. Politika en hasta tarafımızdır.