Yaşamın değerini yaygın ahlaki kodlara bağlamanın varoluşumuzda nelere mal olduğunun envanterini çıkaran bir matematik olsaydı, insanın dizlerinin bağı çözülürdü. Toplumsal ahlak ve bütün gücünü ondan alan egemen politikaların temel hedefi, yaygın simgesel/toplumsal taleplere uymayan arzu ve zevki ya manipüle edip ehlileştirmek ya da kabul edilmez bulup yasaklamaktır. Gel gör ki toplumsal ahlak, yarattığı tahribatı görünmez kılmak konusunda fazlasıyla maharetlidir. İyinin mecrası ilan ettiği krallığını, ilkin bilinçdışı, sonra bilinç yoluyla kurduğundan, ona yönelik küçük bir kuşku bile kişinin kendini rahatsız hissetmesine neden olur. Bundadır ki, insanlar, tutuldukları dertlerin çaresini, zaten dertlerin nedeni olan ahlakta aramaktan bir türlü vazgeçmezler. Kulaklarımıza ulaşan her sözdeki "iyi dünya" talebinin hep karşılıksız kalmasının nedeni, ahlaktaki cehalettir. Ve ne yazık ki, cehaleti yoldan çıkarabilecek bir bilgelik yoktur.
Bunun teorisini yapan filozoflar elbette vardır, fakat sinemanın, meselenin özünü görünür kılma gücü yabana atılamaz. Maléna, değerler ile ahlak arasındaki gerilimin üstündeki örtüyü kaldırıp atan, dolayısıyla ahlakın çıplak olduğunu haykıran görsel bir şiirdir. İtalya ve ABD ortak yapımı olan filmi, narin, fakat derin filmlerin yönetmeni Guiseppe Tornatore yönetir. Film, toplumun ve toplumsal ahlakın röntgenini çekip sinemanın ışığına tutar. Öyle bir ışık ki, gözlerini az-buçuk açıp bakan herkes, insanlığın tutulduğu hastalığa teşhis koyabilir.
Ağır karşıtlıklar üzerinde iş görür film; bir yakaya ahlakı, politikayı, ideolojiyi, savaşı, milliyetçiliği, ırkçılığı, çirkinliği ve elbette halkı, diğer yakaya ise, arzuyu, zevki, güzelliği, hayal gücünü ve yalnızlığından beslenen çocukluğu yerleştirir. Her şey bunlar arasındaki mücadeleyle şekillenir, fakat başrolde ahlak vardır. Film şiirsel aksa da, insanın dünyasında olmakta olanlar son derece kabadır. Kaba olanı kabalık yapmadan işlemesi, filmin estetik etkisinin gücüne güç katar. Öyle ki, seyrettikten günler sonra bile, film, izleyicinin yakasına yapışıp onu kendiyle yüzleşmeye zorlayabilir.
Dünya her zamanki gibi savaş halindedir. İtalya, Mussolini önderliğinde milliyetçiliği ve ırkçılığı "değer" ilan ederek savaş cephelerini genişletir. Tahmin edileceği gibi, halk bu politikaları hemen benimser, çünkü ahlak bunu gerektirir. Milliyetçilik ve ırkçılık, dayanağını kan bağında veya ülke birliğinde bulmaz. Evet, bunlara odaklanan bir politikayla ortaya çıkar, ama aslında ahlaktan beslenir. Zira milliyetçiliğin ve ırkçılığın çelişkisi, ancak ahlaki oyunlarla görünmez hale gelebilir. Bu politik tutum, mantık gereği, kendini imha etmeye yazgılıdır; çünkü zorunlu olarak başkalarına da bu hakkı tanır.
Böylece "biz üstünüz" yaklaşımı, başkasının "biz yüceyiz" sloganını atmasına yol açar. Başka yerlerin ahlakı oraların milliyetçilik ve ırkçılığını beslerken, buraların ahlakı, buraların milliyetçilik ve ırkçılığını besler. Gelgelelim, oraların ırkçıları buralarının ırkçılarını, buraların ırkçıları ise oraların ırkçılarını ahlaksızlıkla suçlar. Ne yazık ki, toplumsal ahlak, değer ve iyilik adına yerleşiklik kazanınca, bu apaçık çelişki görünmez kalır. Toplumsal ahlak çelişkiden nemalanır. Bundandır ki kimse, kendi çelişkisine, yani milliyetçiliğine veya ırkçılığına, velhasıl ahlakına toz kondurtmaz. Ancak çelişkiler sorun yaratmadan varlığını sürdüremez.
Herkesin kendi üstünlüğüne atıf yapması, herkesin üstünlüğünü zedelediğinden, savaş kaçınılmaz olur. İnsanlığın yakasından düşmeyen yıkımların tarihi, toplumsal ahlaklar arasındaki savaşların tarihidir. Böylece herkes kendi ahlakına sığınıp, kendi savaşını meşrulaştırır. "Başkaları öldürürken zalimdir, ben öldürebiliyorsam başarılıyım." Toplumsallık ideolojisini ayakta tutan bu mantıktır. Haliyle, işler dönüp dolaşıp sonunda öldürme gücü en yüksek olanın en değerli olduğu inancına çıkar. Ahlaklı insan böyle bir akıl yürütür. Başkasının ırkçılığını lanetleyerek kendi ırkçılığının üstünü örtmek, basit bir kişisel kurnazlığa yorulamaz. Bu çelişkinin böylesine kolayca hüküm sürmesinin gerisinde, bilinci felce uğratan toplumsal ahlakın kendi kötülüğünü iyilik etiketiyle satması bulunur. Toplumsal ahlak, yaşamı esir alan kana arka çıkmakta hiçbir zaman beis görmemiştir. Arada bir savaşa ara veriyorlarsa, yıkmak istemediklerinden değil, yorgun düştüklerindendir.
Bundan olmalı ki, insana ayna tutmasına rağmen, şimdiye kadar izlediğim hiçbir filmin, insanların kurduğu dünyadan daha acımasız bir dünya kurguladığını görmedim. Sanatçının kötülük tasarımı en nihayetinde bir yere kadardır, oysa toplumsal ahlakların ve ondan beslenen egemen ideolojilerin kötülük yapma hevesi sınır tanımaz. Bazen filmlerdeki radikal sahneler karşısında kendimi "bunlar ancak gerçek hayatta olur" şeklinde bir düşünceye kapılmış bulmam, toplumsallık ideolojisinin alametifarikası olsa gerek.
Evet, İtalya ahlak adına savaşa girmiştir ve Nino (Gaetano Aronica) İtalya adına savaşmaktadır. Savaşçı Nino’nun güzeller güzeli karısı Maléna (Monica Bellucci) kasabada bir başına kalmıştır. Zaman, toplum ile ahlakın güzelliğe karşı elbirliği etme zamanıdır. Ahlaklı toplum Maléna’ye savaş ilan eder. Böylece ahali, kendisi için savaşanın evini hedef alır. Ahlakın slogansı kurallar adına bireyin arzu ve zevkine açtığı savaş, ulusların ideolojik savaşını gölgede bırakır. Dünya orduları savaş halindedir, ama perdeye ahlakın yıkımı yansır. Bu, tepeden tırnağa saygıyı hak eden bir hamledir. Bu, yönetmenin insanın ahvaline dair görüsünün derinliği önünde eğilmemizi hak ettiğini kanıtlayan bir kurgudur. Toplumsal ahlak savaştan daha yıkıcıysa, nedeni, savaşın, bu ahlakın görünümlerinden yalnızca biri olmasıdır. Savaş, ahlakı tahrip etmez, çünkü zaten ahlakın eseridir. Toplumun Maléna’ye reva gördükleri, toplumsal ahlaktan olur almasaydı asla başarılı olamazdı. Maléna’nın güzelliğinin ruhunda iz bırakmadığı kimse yoktur. Birilerinde arzu, birilerinde haset uyandırır. Yazık ki, arzu ile haset ahlakçıda hınç olarak birleşir.
Haset duyan kişinin, değerlerin varlığından varoluşsal zenginlik çıkarması imkansızdır; çünkü değerler onda değersiz olduğu hissini uyandırır. Maléna’nın büyülü güzelliği, güzellik barındıran dünyayı sevmeye vesile olabilecekken, haset duyanın ufku, onu, kendi çirkinliğine tutulmuş ayna olarak görür. Maléna’nın engin güzelliği, yaşama enerjisini artırabilecekken, toplumsal ahlaka sığınıp arzusundan kuşku duyan kişide nefretin hedefi olur. Bu tür insanlar, arzu nesnesinin zenginliğini kendi eksikliklerine yorarlar. Güzel olmadıklarına inananlar ile güzelliğe ulaşamayacaklarına inananlar el ele verip güzelliğin canına kastederler. Hınç mutlaka tahribat yaratır; çünkü özneyi, değerli olanla yaşamı paylaşmaya değil, onu yok etmeye sevk eder. Bedeni güzel, ruhu dingin Maléna, kötülük yapmamıştır, ama cehennemi yaşayacaktır.
Cehalet bilgelikten, adaletsizlik adaletten, bayağılık yücelikten, haset sevgiden, yetersizlik duygusu yaratıcılıktan, çirkinlik güzellikten asla haz etmeyecektir. Hiçbir değer çağrısı, ilk kategoridekilerin ikinci kategoridekilere saldırısını engelleyemez. Ahlakçı, ahlakın kendisinde yarattığı tahribatın intikamını, ahlakla arasına mesafe koyup kendini gerçekleştirenden alır. Şimdilik her şey kötü haliyle devam edeceğe benziyor. Tek çıkar yol, bilgeliğin, adaletin, yüceliğin, yaratıcılığın, güzelliğin güç kazanmasıdır. Böyle bir şey mümkün müdür, bilmiyorum, fakat değersizlikle yaşayanların kulakları değer çağrılarına, çirkinlikleri sahiplenenlerin gözleri güzelliğe kapalıdır. Zalimi adalete davet etmek, zayıflıktan doğan üzücü bir ironidir. Mücadeleye ihtiyacı olanın ilk ödevi güçlenmektir. Ezilenin zafer yolu, kendini alt etmekten geçer.
Denetleyici ve yasaklayıcı doğası gereği ahlak, arzu ve zevki ellerinden alıp birer karikatüre dönüştürdüğü insanların ruhuna hınç aşılar. Arzu ve zevk aleyhine işleyen normları değer olarak gören kişinin yaşamı kuraktır. Toplumsal ahlak, yıkıcı bir insan tipi yaratır, çünkü kendisi zaten insanı harabeye çevirmektedir. Tornatore, ahlakın, ar damarlarını çatlattığı halkın röntgenini çeker. Kendini düşkünlere arka çıkmakla tanıtması, ahlakın, insanlığı koruma hevesinden değil, kendi egemenliğini kalıcı kılma istencindendir. Düşkünlükten beslenen ahlak, düşkünlüğü sürekli kılmak zorundadır. İnsanlığın, tarih boyunca bütün olanaklarını iyi bir dünya kurmaya ayırmasına rağmen, kötülüğün durmadan yayılmasının nedeni budur.
Ahlakla beslenen halk kötülük yapadursun, olan bitenlerdeki garipliği sezen tek kişi bir çocuktur. Ahalinin yaptığı kötülük Maléna’ye yapılanlarla sınırlı kalsaydı, on iki yaşındaki Renato (Giuseppe Sulfaro) ortalığa yayılan pis kokuyu almayabilirdi. Gel gör ki, halk, bir yandan, güzel bedeni ve dingin ruhuyla yaşama odaklanan bu kadını ahlaksızlıkla suçlarken, öte yandan, tepeden tırnağa nefrete, kine, şiddete, yolsuzluğa, hileye, yalana bulanmıştır. Demek ki Maléna’nin güzelliği ve dinginliği karşısında güç birliği yapanlar, birbirlerine de ahlaki sürprizler hazırlamaktalar. Böylece egemen politikanın şiddeti ile yaygın ahlakın nefreti gelip birleşir. Zira ikisi de aynı insan tipinden destek görür. Ahlakın yarattığı ortamda yaşayan her çocuk bu riyakâr havayı bir şekilde sezer, ama duruma bilinç düzeyinde anlam veremez.
Gelgelelim ahlakın sonu gelmeyen yıkıcı talepleri çocuklara da el uzatır. Buna Renato da maruz kalır. Çocukluğunu neşe içinde yaşamak için başını hangi yana çevirirse çevirsin, yolunu, halkın desteğini arkasına alan ahlaki bir bariyer keser. Bu devasa güçle kavga edilmez, ama onunla başa çıkmanın bir yolu vardır. Fakat, ahlakla başa çıkmak, onu yenilgiye uğratmaktan çok, ondan korunmaktır. Bu yol, hayallerin yoludur. Ortama ırkçılık, milliyetçilik, nefret, hınç, savaş egemendir, fakat çocuk Renato, arzusunu canlandıran güzellikten derlediği bohçasını bisikletinin arkasına koyup kendine harika bir sığınak hazırlamaya çıkar.
Hayallerin gücü, hem bir kopuşu devreye sokmaktan hem de yeni bir kapı aralamaktan gelir. Hayalperest kişi, ilkin toplumun yarattığı dünyadan umudunu keser, sonra yeni bir dünya inşa eder. Hayal, gerçeklikle umut barındırmayan bir bağ kurma yoludur. Bu yüzden, zamanla gerçekleştirilebilir bir tasarım değil, zaten gerçekleşmekte olan şeydir. Hayal kuran kişi, duygu ve düşüncelerle inşa edilmiş zengin bir ilişkiler ağını deneyimler. Hayalperest zaten hayalleri yaşamaktadır. Hayal, devreye girer girmez kişinin benliğini inşa etmeye başlar. Ve bu benlik, diğerlerinin dünyasına sonsuz uzaklıkta bir evren kurar. Arzu, alevlenen cinsel zevk arayışı, aklını başından alan güzellik… Hayal gücü, sadece bu çocuğu toplumun ideolojisinden korumakla kalmaz, yepyeni bir düşünce ufku yakalamasına da yardımcı olur. Koca kasabada ırkçılık yapmayan tek kişi, koca kasabada başkasının kuyusunu kazmayan, aksine kendine cümbüşlü bir yaşam kuran tek kişi Renato’dur. Onun ruhu, bir kasaba dolusu insanın dünyasından daha eğlenceli, daha dolu, daha yaratıcı ve daha zengin bir evren taşır. Yatağına uzanır, gözlerini kapatır, insanlar arasında acı çeken güzelliği çekip alır, onunla sayısız içsel deneyim yaşar. Hayal, güzellikten ve iyilikten beslenir. Çirkinlik ve kötülük hayal edilmez, düşünülür.