Cenk Ertürk'ün filmine, Haluk Bilginer'in adının ayartması sonucu gittim. Bu bir itiraf, ama ilk uzun metrajlı filmi gösterime giren bir yönetmeden haberdar olmak için etkileyici bir neden devreye girmeliydi zaten. Bu yüzden Haluk Bilginer'in, oyunculuğunun büyüklüğünü kaprise dönüştürmeden genç yönetmenin filminde oynamayı kabul etmesi son derece saygın bir tutumdur.
Filme, felsefe, psikanalizm ve sanat kuramı kavşağında baktığımızda, gözümüze ilişen şey, gündelik ilişkiler ağını yöneten egemen kültürel auranın doğası ve bunun inşa etiği gelecektir. Kültürel -buna hâkim yasa diyelim- ortamın taşıyıcısı babadır, ilmek ilmek örülen gelecek ise oğul... Baba ile yaygın toplumsal ideoloji ve oğul ile yaşamla kurduğu bağ arasında sıkı bir paralellik bulunur. Ailesini terk edip Paris'e göçmüş babanın babalığında koca bir boşluk oluşmuştur. Sözün taşıyıcısı babanın, yasa koyucu babanın oğlu sözsüz, yasasız kalmıştır. Babanın eksikliği simgesel -kültürel- dünyanın zaafıdır. Yaşamı çekip-çevirmeye mecali olmayan bir kültürel arena. Gelgelelim yaşam belirtisi taşıyan hiçbir yerde boşluk ebedileşmez; birileri mutlaka meydana bir ses fısıldayacaktır. Fakat bu yeni sesin sahibine asla üvey baba diyemeyiz. O, baba olmayandır, sahte baba... Haliyle sözü gayri sahici, yasası yalan olmak zorundadır.
İşte bunun karşılığı: Yolunun düşme ihtimali olmadığı bir bölgeyi, Nuh'un iyicil ve kurtarıcı elinin değdiği bereketli bir bölge ilan etmek... Eyvah ki, eyvah! Bu, yalanın kutsallaştırılması değildir, yalandan bir kutsallık türetmektir. Ağaç ve etrafı, bir mekândan çok, simgesel bir alemdir. Kaçar-göçer babanın karizması Paris'te işlememiştir. Orada, boş bir babalık-koltuğu bulamadığından olacak ki, köklerine dönme hevesi yakasına yapışır. Döner, ama yarı ölü olarak... Ve görür ki, attığı, ama yüzüstü bıraktığı tohum verimli bir kültür yaratmamıştır, tam aksine koca bir yalanı devreye sokmuştur. O, bir zeytin ağacı dikmişti, ancak boy verip serpilen bir hurafedir. İşin içinde dinsel öğelerin bulunması kesinlikle olanı mite dönüştürmez. Mit bir kurgudur; imgesel ya da metaforik bir yol açar. Halbuki koca bir kültürü ele geçirmiş yalan -buna imgesel söz diyelim- olsa olsa ideolojik bir manipülasyon olarak iş görebilir. Evet, bir hakikat taşır, ama yön verdiği yaşamı sürüklediği sefalete dair bir hakikat. Yalanı kültüre zerk eden kişinin, tarihin damar yollarını açacak becerisi olmalı! Neden basittir; tarihin yolu uzun, sokaktan beslenen akıl miyoptur. Ne yazık ki, bütün büyük yalanlar bu karşıtlıktan beslenir. Köyün muhtarı Cevdet'in (Mehmet Özgür) imdadına da bu uyumsuz durum yetişmiştir. Adam kaç bin yıllık hikâyenin -Nuh Tufanının- üstünü kırk yıllık zamanla örtmeyi başarır. Bu becerinin arkasındaki güç, kurnazlıktır. Yalanı hakikat gibi göstermek için inanca başvurmaktan başka yol olmadığını anlamıştır muhtar. Her zaman olduğu gibi, kutsal kitaplarla yarıştırdığı hikayesi halk nazarında kabul görür. İnancı kullanarak inancı sarsar. İnananlar, inanç uğruna inancın yasasını bertaraf eden yalanlara inanırlar.
Kurnazlık zekâ belirtisi değil, zekanın askıya alınmasıdır. İnancı paraya çevirmiş muhtar ve şürekası yaşamı yüke dönüştürmüştür. Anlıyoruz ki, güçlü ve estetik bir yaşamın yolu perspektif zenginliğinden geçer. Bu mantığa yabancı ideolojinin açmazlarını mekânlardan da görürüz. Zaten değersiz bir yaşam ancak harabelerde barınabilir. Kir-pas içindeki kutsal bölge, inşaat alanını andıran köy, yıkık-dökük evler… Şimdi asıl soru şudur: Bu yoksunluk mu yalanları besliyor, yoksa yalanlar mı yoksunluk üretiyor? İkisi de! Ancak en nihayetinde bir başlangıç arayacaksak, bu, yalanlardan beslenen simgesel bir dünyaya inanç beslemektir.
Köyüne varan baba İbrahim (Haluk Bilginer) her şeyin yalana esir düştüğünü görür. Gelgelelim, gözü, kişisel hesaplarından başka bir şey görmez muhtarın foyasını bertaraf etmekte ısrarcı olması, onu takdir etmemiz için yeterli değildir. Yaşamın çehresini değiştirmek için hiçbir mücadele vermemiş, dahası kaçıp gitmekle oğullarını babasız -ve yasasız- bırakmış İbrahim, şimdi ölüm için tuhaf bir mücadele vermektedir. Garip bir paradoks, ama son derece zekice bir sanatsal hamle. Güçlü, yani değerli ve güzel bir yaşam için emek harcamamak zaten sancılı bir ölüm için uğraşmaktır. Ölümcül hasta baba, diktiği ağacın gölgesine gömülmek istemektedir. Ev inşa edememiş, dahası miras aldığı evi harabeye çevirmiş baba, şimdi mezar inşa etmek için kan-ter içindedir. Ama iktidarsızdır; sözü geçmez, yasasının buyruğu işlemeyecektir. Mirası yok ki vasiyetine saygı gösterilsin. Sözü geçmez baba ile sözü yalan sahte babanın -ecdat- çatışması devreye girer. Yasa mahiyeti taşımayan sözün eri olmadığında, bir er meydanı kurulmayacaktır. Kırk yıllık Paris macerasından taşralı haliyle dönen baba ile bu süre boyunca boş bulduğu meydanın iliğini kemiğini sömüren Muhtar… Muhtarın kılıcı kurnazlıktan devşirilmiş hileler, İbrahim'in kılıcı ise yakında öleceğini bilmekten gelen bencilliğidir. Bencildir, ama onu bile beceremez, çünkü babalık yapmadığı oğluna karşı suçluluk hisseder. Bir adım ileri iki adım geri zıplayıp duracaktır. Mücadele, taşra bürokrasisi etrafında dönen bir erkeklik gösterisine dönüşür. Ama nafile! İğdiş edilmiş iki adamın horozluk gösterisi… Penisleri vardır, ama fallusları yoktur. Bu yüzden aslında muhtar biraz İbrahim, İbrahim de biraz muhtardır.
Her şey böylesine ilginç! Ne ki babanın sözü oğlunun da ruhuna işlemez, "Babanın-Adını" oğul Ömer de (Ali Atay) telaffuz etmek istemez. Sadece babasıyla üstünkörü bir ilişki kurmakla yetinmez, aynı zamanda hiçbir sözünü kaale almaz. Zoraki zaman geçirdiği babanın taleplerine, yaşı geçmiş hasta bir adamın hezeyanları gözüyle bakar. Bir yandan babaya güven duymaz, ama öte yandan muhtar ve köylülerle aynı havayı solumak istemez. Bundan böyle babanın değil, oğulun felaketi perdeye düşecektir. Yasadan yoksun -kanonik eksiklik- ama yalanı bol bir geçmiş ve onun çekip-çevirdiği bir şimdiden doğan bir geleceğin handikapları sahne alır. Gelecek, yani nesil, yani babaların oğulları… "Şimdi" aslında "geçmiş"tir. İktidarsız babanın oğlu da iktidar kuramaz; yasa koyamamış babanın yasadan yoksun oğlunun olsa olsa "lafı" olabilir. Laf, sanıdır, kanaattir, başka bir şey değil. Hakikatle arasında aşılmaz bir mesafe koymuş sesten kolay kolay yasa çıkmaz. Bu yüzdendir ki, aslında şefkatsiz bir koca olmayan Ömer, karısı Elif'e (Hande Doğandemir) hiçbir söz geçiremez. Elif'i çok az görürüz, ama son sözü söyleyenin o olacağını hemen sezdirir. Onun gözünde Ömer, kendini kanıtlamak için uğraşan bir eksik-adamdan başka şey değildir. Koca olamamıştan sağlam bir baba çıkmaz. Bu nedenle karnındaki oğlunu babasız doğurmakta sakınca görmez. Eksik bir erkeklik, her şeyde eksikliktir; karısının kocası olamamışın, oğlunun babası olması beklenemez. Filmin seyrinde kafasında bütün bunların geçtiğini tahmin ettiğimiz Elif tutarlıdır. Tamam, Ömer bir cani değildir, ama Elif haklıdır. Böylece baba eksikliği, baba olma eksikliğine dönüşür. Üstelik bu sürüp gidecektir.
Sözünün, yasasının eksikliği, babanın bilinç ve bilinçdışını ele verir. Ağacın altına gömülmeyi bu kadar önemsemesini, sadece isteğe sahip olmakla açıklar. İstiyorum, o kadar! Öyleyse, ya isteğe dair bilinç zafiyeti söz konusudur ya da gerekçeyi saklamayı yeğliyordur. Eğer ilk neden geçerliyse, arzuyla ilişkisi kesintiye uğramıştır (Paris kopuşu temsil ediyor); ikincisi geçerliyse, sözü veya yasası suç mahiyetindedir. Oğul, bu mantığa karşı çıkar. İstemeyi, dahası istenilen şeyi değil, nasıl istenildiğini önemli bulur. Baba arzuyla, oğul arzunun tarzıyla uğraşır. Özne ile yaşam arasındaki bağlayıcı halka olarak arzu yaklaşımlarının böylesine farklı yönlere kayması, babalık eksikliğinin söz veya yasa eksikliği olarak yaşama sirayet etmesindendir. Aralarındaki bütün diyaloglarda bu kopukluğu görmek mümkündür. Sadece babalık ve oğulluğa bakışlarında değil, aynı zamanda arzu ve nesnesine, sevgi ve nefrete bakışlarında da…
Böylece baba her şeyi göze alarak ağacın altına gömülme isteğiyle hareket eder, oğul ise hiçbir sözüne akıl erdiremediğine babanın peşinden sürüklenir. İkisi için de istenilen şey, -arzu nesnesi diyelim- önemsizdir. Bu bir kayıptır, bağlayıcı halkanın kaybı. Baba ile oğul arasında devamlılık mutlaka kesintiye uğrayacaktır. Zira burada istek nesnesinin önemsizleşmesi söz konusudur, belirsizliği değil. Nesnesi belirsiz arzu, emek harcamayı devamlı kılarken, arzunun nesnesine kayıtsızlık ya da nesnenin önemsizleştirilmesi, yaşam uğruna harcanan emeği ikincil konuma iter. Sayısız devrime tanıklık etmiş bir dünyada Arap Baharına yakalanmak gibi bir şey. Gideceği yerin en azından adını koymadan yola çıkanın, yıkmaya çalıştığı şeyin gerisine düşme ihtimali hayli yüksektir. Bu nedenle olan şey, İbrahim ile Ömer arasında arzudan kaynaklanan bir çatışmadan çok, İbrahim'in katı inadıdır. Ne baba oğlu anlayıp bir adım atabilir ne de oğul babayı sırtlayıp ileri taşıyabilir. Ama yine de babanın dediğini yapar oğul. Ölüm için kuytu bir köşe seçmiş babanın cesedini sırtlayıp karanlık gecenin içinde düşe-kalka taşır, "kutsal toprakları" deşip gömer. İyi yaşam adına geride hiçbir şey bırakmamış baba, oğluna cesedinin ağır yükünü bırakır. Oğlun, yaratıcılıktan yoksun bir babadan aldığı miras, babanın ruhsuz ağırlığını ömür boyu taşımaktır. Gelecek yaratmaya mecali olmayan oğlun, ahlaklı olmakla övünmekten gayri sığınacağı şey kalmamıştır. Ahlak devreye girer, yani oğlun kendini inkârı. İnanmadığı şeyi yapmak zorunda hissetmek… İşte bu ıstıraptır. Ahlak, oğulun, en can yakıcı araçla ruhuna işkence etmesidir. Ahlak, sahici ve güçlü olmayan babanın kendi adını yaşatmak için başvurduğu aile-içi silahtır.
Son derece güzel bir kurgu ve güçlü imgelerle bezediği sinematografik bir dille izleyicinin karşısına çıkması, Cenk Ertürk'ün yönetmenlik kumaşının kaliteli olduğunu göstermektedir. Ancak ortada bazı sorunlar var. Yönetmenlikle değil, senaryoyla ilgili sorunlar… İlkin, simgesel -ya da kültürel- dünyanın doğasını taşra ilişkileri etrafında dönen baba-oğul gerilimi gibi fazlasıyla bayatlamış bir bağlamda işlemek pek verimli durmuyor. Yapay zekâ gibi yeni bir varlık tarzının her şeye müdahil olduğu bir ilişkiler ağında, klasik simgesel/toplumsal kodları deforme eden, hatta onları tamamen devre dışı tutan bir ortama gereksinim var. Simgesel/toplumsal dünyanın doğasını anlamanın yeni yollarını aramak gerekir. İkinci olarak, ilişkileri gayet zarif işlenen baba ile oğlunun arzu nesnesine yaklaşım tarzı, filmi ahlaki tavır almaya zorluyor. Arzu, nesnesi olmayan ya da nesnesi önemsiz olan şey değildir, nesnesi belirsiz olan şeydir. Oysa burada baba nesne yokmuş gibi yaparken, oğul nesneyi önemsizleştirir. Üçüncü olarak, imam gereksiz bir figürdür, bir leke gibi duruyor. Yokluğu filmin eksikliği olmazdı, üstelik varlığı filme yük olmuş. Merkezi bir yeri yoktur, ama dokunulması gereken imalarda bulunuyor. Sanki dillere pelesenk olmuş birkaç sözü yeniden söyleme hevesiyle köy meydanına konulmuş havası sezdiriyor. Ağacın Nuh ile ilgisinin olmadığına, Muhtar'a söz geçiremediğine, köylülerin yargılarını yıkmaya gücünün yetmediğine dair laflar... Bu hamle, Nuh nebiden beri duyduğumuz sloganları tekrar dolaşıma sokuyor. Şu, "din iyidir insanlar kötü" ya da "din sorunsuzdur, dindarlar sorunlu" şeklindeki yargıları… Buna ne gerek vardı şimdi! Bu tespit, ille de din eleştirisi yapılmalıydı şeklinde okunamaz. Eleştirinin meselesi kesinlikle bu değil, babalıktaki zafiyetlere odaklanmış bir filmin, dönüp dolaşıp mezar kazıcı babanın mezarını çiçeklerle süslemesidir. Babanın pişmanlıktan devşirilmiş şefkati ile toplumun borç haline getirdiği zoraki saygı… Üstelik bu konuya hasredilmiş koca teorik gelenekten çıkan şey şudur: İnsan kültürü, kültür de insanı yaratır. Öyleyse ne zayıf bir kültürel ortam güçlü bir insan tipi yaratır ne de zayıf bir insan tipi güçlü bir kültürel ortam. Eksiksiz bir kültürün mensuplarının eksikliği… Bu, apaçık bir çelişkidir.
Buradaki sorun, yönetmenlikle değil, yazarlıkla ilgilidir. Son dönemin modası haline gelmiş, her büyük yönetmen kendi senaryosunu yazar şeklindeki anlayış, pek sağlıklı görünmüyor. Yazmak hem yönetmekten bambaşka bir yetenek hem de teorinin dünyasıyla haşir-neşir olmayı gerektirir. Güçlü edebiyat eserlerinden ve alanına hâkim teorisyenlerden yardım almak, senaryoları güncel politik ortamın manipülasyonlarından ve yaygın kanaatlerden korumak için elzemdir. Ne Ömer gibi babanın ihtirasının yükünü taşımak ne de yaygın ya da egemen ideolojik taleplerin günahını…
Gelin, durumu daha iyi anlamak için Parazit'in iki önemli sahnesine dikkat çekelim. İlki, etrafı saran toz bulutları dağıldıktan sonra, Kim-woo'u mors alfabesi aracılığıyla babasıyla iletişime sokan sahne. Bu, bilinçdışını görünür kılmak içindir, sessiz bir çığlığa atıf yapmak için değil. Çığlık atanın bilinci açıktır, o, tercihini devreye sokar. Oysa bilinçdışı konuşan öznenin bilinci başka yerdedir. Kim-woo babasının ruhunu okurken, bize de kendi ruhunu okuma şansı verir. Anlıyoruz ki, zenginlerle fena halde kafa bulan bu genç adamın bambaşka bir arzusu varmış. Onların, paradan geldiğine inandığı gücüne ulaşma arzusu. Demek ki sanılanın aksine zenginliği reddetmiyormuş, ona arzu besliyormuş. Babası adına, babasını kurtarmak istiyor çünkü. Ama babasının yolundan ayrılır... Hiçbir yol inşa etmemiş, felaket üstüne felaket yaşamış babanın kurtuluşunu, dolayısıyla kendi yolunun hayalini kurar. Buna karşın, Nuh Tepesi'nde, baba ile oğul birbirini anlamaktan uzaklar. Zira nesnesi önemsizleştirilen arzu çekingen kalır. Ne baba çok heveslidir ne de oğulun inancı vardır. Ve fakat, oğul, babanın yolunu takip etmekte beis görmez... Güç arayışı ile gücün tükenişi…
İkincisi ise, Bay Kim'in, kokuya gösterdiği tepkiden dolayı Bay Park'ı öldürdüğü sahne. Bu sahne bir kırılma anından çok, bir patlamadır. Bay Park, bazı tavırları rahatsız edici olsa da kötü bir adam değildir. Bundandır ki onu öldüren Bay Kim bin pişman olur. Pişmanlığın devreye girmesi, meseleyi politik olmaktan çıkarıp haksızlığa evirir. Ortada isyan nedeni yoktur, asap bozucu bir durum vardır. Ancak Bay Kim'in asabını Bay Park değil, egemen ahlak bozmuştur. Toplumsal ahlakın ona yüklediği kinle katil olmuştur. Patlama, kurtuluş arayanı hidayete erdirmez, aksine onu imha eder. Üstelik her şeyi ezen ideoloji kaldığı yerden devam eder. Bay Kim'in pişmanlığı, ahlakın hilesini anladığını gösterir. Bu küçük dokunuşlar, senaryo ve film açısından çok ama çok önemli hamlelerdir. Sadece tutarlılık değil, aynı zamanda devamlılık yaratır. Oysa Nuh Tepesi'nde, egemen anlayışın bütün hilelerini gören, onunla var güçleriyle mücadele eden İbrahim ve Ömer dönüp dolaşıp toplumsal ahlaka sığınırlar. Muhtar ve köy ahalisi ahlaksızlıklarına devam ededursun, biz ahlaklı kayıplar olmaya razıyız edası… Oysa muhtara ve köylülere kazandıran -nihai bir kazanç değildir bu- şey de İbrahim ve Ömer'e kaybettiren şey de aynı ahlaktır. Kötünün kaynağında değer aramak…
Halbuki Platon, baba Parmanides'i ne güzel öldürüyor. Adım adım, argüman argüman harika bir cinayet tasarlıyor. Zayıf babayı öldürmek imkansızdır, çünkü sanı -ya da inanç- gibi argüman ve kanıt işlemez bir zırhla dolaşır. Oysa güçlü baba, oğlunun cinayetine kurban gitmiş babadır. Zira söz, Babanın-Adı daha sağlam bir mecra yaratmıştır. Yasası ölümsüz baba ölümlüdür, ölümsüz babanın yasası ise öldürücü.