Hava soğuk, çok soğuktu. Başımı battaniyenin altından her çıkarışımda annem hemen geri itiyordu beni.
Hava soğuk, çok soğuktu. Başımı battaniyenin altından her çıkarışımda annem hemen geri itiyordu beni. Oysa ben dışarıyı seyretmek istiyordum. Kız kardeşim ise büzülmüş kalmıştı annemim ayaklarının dibinde. Ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Daha doğrusu ne olup bittiği onu pek ilgilendirmiyordu. Onun tek istediği şey bir an önce eve varıp, sıcak sobanın yanına uzanmaktı. Oysa ev düşünülemeyecek kadar uzaktı henüz. Tek gerçek ise uçsuz bucaksızmış gibi görünen ürkütücü beyaz örtü, yani kardı. Yedi yaşındaydım. Okuldaki ilk yılımdı. Babam bizi köye, amcamların yanına götürmüştü. Gidişimiz kızakla olmuştu. Dönüşümüz de kızakla olacaktı ama bu kez babam yanımızda olmayacaktı. Oldukça eğlenceli geçen 11 günün ardından dönüş vakti gelmişti. Otuzaltı yıl önceki bu tatilden aklımda tek kalan ayrıntı at kılından hazırladığımız güvercin tuzaklarıydı. Atın kuyruğundan kopardığımız uzun bir kıla geniş bir düğüm atarak hayvanlara ot verilen alanın belli bölgelerine özenle yerleştiriyorduk. At kılının bir ucu da yere çakılı sağlam bir sopaya bağlıydı. Güvercinlerin yiyecek bulmak için en çok geldikleri yerler hayvanlara yeme verilen bu alanlardı. Alanda yiyecek arayan güvercinlerin ayağı bu tuzağın içine girdi mi artık kaçmasına olanak yoktu. Çırpındığı anda saklandığımız yerden çıkarak yakalıyorduk hemen. Eğer iyi bir takla güvercini yakalamışsak hemen evcil güvercinlerin yanına koyuyorduk. Sıradan bir güvercinse yakaladığımız, serbest bırakıyorduk. Bazen kazayla başka bir evin evcil güvercinini de yakaladığımız oluyordu. . Zaman çok çabuk geçmiş ve dönüş vakti gelmişti. Bizi götürecek kızak ancak öğleye doğru geldi.. O yıllarda köyler arası ulaşım Kızakla sağlanıyordu (gerçi bazı bölgelerde hâla öyle ya). İki atın çektiği kızak 5- 6 kişinin oturacağı genişlikteydi. Oturanlar düşmesinler diye etrafı tahtalarla çevrilmişti. At arabasından tek farkı, teker yerine altında kızak bulunması ve yere daha yakın olmasıydı. Kızakla yolculuk yapmak son derece eğlenceli bir şeydi benim için. Babamın gürgenden yaptırdığı ve kayışlarla tutturulmuş eğreti kayaklarla kayarken düşen biri olarak, düşme riski olmadan atlar tarafından çekilmek çok eğlendiriyordu beni. Kızak uçsuz bucaksız beyaz ve soğuk bir çölde süzülerek yol alırdı. Bu keyfi tekrar yaşamak için yolculuğun bir an önce başlamasını istiyordum. Çocukluğumun özleme andığım anılarından biridir kızakla yolculuk yapmak. Eşyalarımızı toplarken içeri amcam girdi. Endişeli gibiydi. Anneme “Hava sanki bozulacak gibi. Dışarıda tipi rüzgarı var. İstersen bu gece kalın yarın hava düzelirse çıkarsınız yola ”dedi demesine ama annem kararını çoktan vermişti. Artık geri dönmesi de çok zordu. “Öbür gün çocukların okulu başlıyor. Gitmemiz lazım. Zaten ne kadar yolumuz var ki. Hava bozuncaya kadar biz Bulanığa varırız. Sen merak etme”. Amcam yaklaşık 9 yıllık süre içinde gelinini çok iyi tanımıştı. Kararından vazgeçmeyeceğini bildiği için fazla üstelemedi. Ben de kardeşimle birlikte merakla sonucu bekliyordum. Amcamın onaylamasından sonra annem sıkı bir şekilde sarıp sarmaladı bizi. Hep birlikte evin bulunduğu yamaçtan kızağın bulunuğu düzlüğe inmeye başladık. Biz yanına varıncaya kadar kızak yolculuk için ideal hale getirilmişti. Altımıza bir yün yatak serilmiş, yatağın üzerine ise battaniye takviyeli bir yün yorgan atılmıştı. Kızağın atrafından iri buzlar sarkıyor, atların burunlarından buharlar fışkırıyordu. Hemen yatağa girdik. Buz gibiydi. Isıtmak için birbirimize iyicene sokulduk. Annem papaklarımızı başımızdan geçirdi. Yün papak yanaklarımnı kaşındırmaya başladı hemen. Pek de umursamadım çünkü birazdan eğlence başlayacak ve kar üstünde bir masal kahramanı gibi uçacaktık. Kızakla seyahat konusunda çok tecrübeliydik. Amcam kızakçıyı yanına çağırarak bir şeyler konuştu. Orta boylu, güler yüzlü olan kızakçı kızağa yaklaşarak amcama bir tüfek gösterdi. Bu bir seferde beş mermi aldığı için bölgedeki adı beşli olan bir mavzerdi. Kızakçı “haydi” diyerek kızağa çıkıp yerine oturdu. Annem de amcamla vedalaştıktan sonra yanımıza geldi. İkimiz birden annemin bacaklarına sarılarak ısınmaya çalıştık. Annem sırtını kızağın arka tarafına iyice yaslayarak yüzünü gideceğimiz yöne doğru verdi ve bir koluyla bana, bir koluyla da kız kardeşime sarıldı. Hemen ısındığımı hissettim. Kızakçı bize döndü ve “Bacım tamam mı ?” dedi. Annemden olumlu yanıtı alınca da kırbacı eline aldı. Kırbaç havada şakladı ve atların gövdesine indi. Soğuktan iyice büzülen atlar kırbacı yiyince can havliyle şaha kalkarak ileri atıldılar ama kızak yerinden kıpırdamadı. Kızağın altı buz tutmuştu. Bir kez daha denedi kızakçı. Atlar yine şahlandı, yine ileri doğru atıldılar ama boşuna. Kızak yine kıpırdamadı. Dördüncü denemede nihayet atlar buzları kırmayı başardılar. Kızağın buzlarının kırılmasından doğan ani darbe ile biraz sarsıldık ama on beş - yirmi metre sonra tıpkı masallardaki gibi karın üzerinde süzülmeye başladık. Hayallerim bir kez daha gerçek oluyordu. Uçuyorduk karların üzerinde sanki. Artık yaklaşık iki saat sürecek bir maceralı yolculuk başlıyordu. Annem hava çok soğuk diye başımızı yorganın altında çıkarmamıza pek izin vermiyordu ama dinleyen kim. Başımı içeri doğru itişinden hemen sonra tekrar dışarı çıkarıyordum. Bir süre sonra artık karışmamaya başladı. Zaten biraz endişeli olduğu için çabuk pes etmişti. Kafasını kurcalayan bir şey vardı. Bu yüzden bir de benimle uğraşamazdı. Artık keyifle dışarıyı izliyordum. Karların arasında tek tük görünen çalılıkları ve kayaları saymazsam tamamen beyaz hakimdi. Biraz daha bakınca gözlerim ağrımaya başladı. Kar parlaktı ve çok yansıyordu. Hemen Battaniyenin altına girerek gözlerimi dinlendirdim. Bu arada rüzgâr da hızını iyice artırmıştı. Bol karda zaten bata çıka giden atlar, rüzgâr yüzünden iyice yavaşlamışlardı. Rüzgâr kızağı da sallamaya başlamıştı. Annem kızağı yeniden düzenledi ve ben tekrar yorganın altına itildim. Dışarıda durmaktan burnum üşümüştü. Rüzgârın sesini yorganın altından duyuyordum ve bu sese dayanamıyordum. Tekrar kafamı uzattım ve rüzgârın karları savurduğunu gördüm. Amcamın bahsettiği tipi başlıyordu. Annemin yüzüne baktım “ Bir şey yok yavrum, sakın korkma” dedi ama, yüzündeki endişe de artmaya başlamıştı. Bu kez kendi isteğimle yorganın altına girdim. Çünkü rüzgârın savurduğu kar papağın açık yerlerinden yüzüme vurmaya başlamıştı. Rüzgârın hızı iyice artmış, atlar artık iyice zorlanmaya başlamışlardı. Tam bir tipinin içindeydik. Kafamı yorgandan çıkarır çıkarmaz tipinin tokadını yedim. Sol taraftan gelen rüzgâr bir şamar gibi inmişti suratıma. Rüzgâr bir o taraftan bire bu taraftan geliyordu. Kızağın içi kar dolmaya başlamıştı. Üzerimiz yavaş yavaş karla örtülüyordu. Anneme baktım bir an. Başına babamın tiftik papağını geçirmişti. Sadece gözlerini görebiliyordum. Sabit bir şekilde ileri bakıyordu. Görüş mesafesi de iyice azalmıştı. Bazen kızakçıyı bile görmekte zorluk çekiyordum. Kızakçının sesi geliyordu rüzgâr döndükçe. Atlarla konuşuyor onları gayrete getirmeye çalışıyordu. Atlar da sahiplerinin bu isteğini kırmamaya çalışıyor can havliyle atılıyorlardı ileri. Yavaş yavaş ilerliyorduk ama sanki nereye ilerlediğimizi de tam olarak bilmiyorduk. Tipi hızımızı yavaşlattığı gibi yolumuzu da alıyordu elimizden. Annem kızakçıya seslendi. Kızak durdu. Atlar nefes nefese kalmışlardı. Ağızlarından köpükler çıkıyordu. Annem “Bu tepeyi iyi tanıyorum oradan hep sağa dönerdik. Tepe şimdi solda olduğuna göre yanlış döndük, Sola dönüp yolumuzu bulalım” Kızakçı da hatırladı yolu. Tekrar yolumuza girdik. Bir ara yavaşlayan rüzgâr hızını tekrar artırmıştı. Kız kardeşim ve ben kafamızı dışarı çıkarmış annemle birlikte yola kilitlenmiştik. Yolu bulunca hızımız da arttı. Atlar daha az batıyorlardı. Tekrar yorganın altına girdim. Burnumu elimle tutup ısıtmaya başladım. Bu arada rüzgârın ıslığı arasında belli belirsiz bir ses duydum. Bir an nefes almadan bekledim. Kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Rüzgârın uğultusudur diye kandırmaya çalıştım kendimi. Rüzgârın her uğultusunda bu sesti diye kendimi kandırmaya çalışıyordum ama boşuna. Biraz sonra sesi daha doğrusu sesleri tekrar duydum. Yine belli berlisiz geliyordu. Pür dikkat rüzgarın sesini dinlemeye başladım. İki sesi ayırt etmeye çalıştım. Bir kez daha duydum. İrkildim. Evet. Bu ses rüzgârın sesi değildi. Bu ses bir kurt ulumasıydı. Daha doğrusu kurtların ulumasıydı. Tüylerim diken diken oldu. Kış aylarında her gece sıcak yatağımda uyurken seslerini duyduğum, bazen evin penceresinden korkuyla bahçede oynaşmalarını izlediğim ama aramızda duvarlar olduğu için fazla dikkate almadığım kurtlardı bu ulumaların sahipleri. Bu kez ben de dışarıdaydım ve çok korumasızdım. Artık aramızda duvar da yoktu. Kızakçının mavzeri vardı. Aklıma mavzer gelince rahatladım. Kızakçı yaklaşan kurdu vururdu. Zaten bir tanesini vurdu mu diğerleri onu yemek için kalırlar ve zaman kaybederlerdi. Bu düşünceler beni rahatlatmıştı. Zaten duyduğum korku da değildi sanki. Korkudan çok farklıydı. Bir şeyleri yaşamaktan duyduğum heyecan ve korku iç içe karışmıştı. Biraz korkuyordum ama bunları yaşamaktan da keyif alıyor gibiydim. Bir şeyler yaşıyordum. Beynim bu düşünceler içerisindeyken aklıma radyo tiyatrosunda dinlediğim “ Kurtlar” adlı oyun geldi. İstasyon bekçisi, elinde tüfek olmasına rağmen, kurtların, yanına yaklaşmasını engelleyemiyordu. Son anda gelen tren olmazsa kurtlara yem olacaktı. Bu düşüncelerle o duyguyu tekrar yaşamaya başladım. Korku ve heyecan bir arada. Eve gider gitmez hemen arkadaşlarıma anlatacağım şeyleri kurmaya başladım. Tabi eve gidebilirsem. Kafamı dışarı çıkarıp annemle birlikte ileri doğru bakmaya başladım. Artık göz gözü görmez olmuş ve kurt ulumaları belirginleşmişti. Tipi ve ulumalar birlikte artmaya başlamıştı sanki. Kızak artık belirgin bir yol izlemiyor, atlar kolay buldukları yerlere sapmaya çalışırken, kızakçı yoldan çıkmamaya gayret gösteriyordu. Ama artık o da gittiğimiz yolun doğru yol olduğundan emin değildi sanki. Elini arkaya attı ve sandıktan tüfeği alarak boynuna astı. Sanırım kaybolmuştuk. Anneme bunu sormaya çekiniyordum. Ya kaybolduğumuzu doğrularsa. Beyaz bir kar çölünün ortasında, kurt ulumaları arasında kaybolmuştuk. Kızakçı biraz daha uğraştı ama boşuna. Atlar artık onun dediğini yapmıyorlardı. Kızakçı atları durdurdu. Atların durumu pek iyi sayılmazdı. Kan ter içinde kalmışlardı. Kızakçı annemin yanına geldi ve “Bacmı herhal yolu kaybettik. Atlar sözümü dinlemiyor. Atları serbest bırakacağım, belki doğru yolu bulurla. Bir kere daha böyle olmuştu ve yolu bulmuşlardı.”. Annem onayladı hemen. Zaten onaylamaktan başka bir çara si de yoktu. Kızakçı dizginleri gevşeterek kızağın önüne bağladı, yerine oturdu. Tüfeği boynundan çıkararak eline aldı, kurma kolunu çekip bıraktı ve kırbacı şaklattı. Atlar ikinci şaklamayı beklemeden fırladılar. Gittiğimiz yönden saparak kendi bildikleri gibi gitmeye başladılar. Artık hayatımız atların elindeydi. Can havliyle koşuyorlardı. Kurt ulumaları da aynı tempoda arkamızdan devam ediyordu. Kurt sesleri duyulunca atlar biraz daha hızlanıyordu. Artık gerçekten uçuyor gibiydik. Artık eskisi kadar batmıyorlardı ama tipi aynı hızla devam ediyordu. Artık kaybolduğumuza tamamen inanmaya başlamıştım. Her taraf beyaz bir örtü içindeydi. Yolumuzu bulacak tek bir işaret bile yoktu. Ne tarafa gittiğimizi bile bilmiyorduk. Yaşamımız artık atların önsezilerine kalmıştı. Kim bilir belki de paniklemişlerdi ve bizi yanlış yere götürüyorlardı. Üstelik bu daha ne kadar sürecekti. Atlar eninde sonunda yorulacaklardı. Bir taraftan kurtlar, bir taraftan da donma tehlikesi. Aklıma atlar geldi. Yolunu kaybeden atlıların donmamak için atlarını öldürüp, karınlarını yararak içine girdiklerini duymuştum. Hatta babamla birlikte bir köyde böyle yaparak donmaktan kurtulmuş biriyle de karşılaşmıştım. Adama hayran olmuştum o zamanlar. Hem donmaktan kurtulmuş, hem de iğrenmeden atın içine girmişti. Bu donma ve kurtlara yem olma düşünceleri içindeyken hayal meyal bir köprünün üzerinden geçtiğimizi fark ettim. Hemen anneme gösterdim. Köprünün korkuluklarının sadece üst kısımları dışarıdaydı. Geri kalanı tamamen karlar altında kalmıştı. Annem heyecanla kızakçıya seslendi. Durduk. Kızakçı geri dönerek köprüye yürüdü. Biraz sonra geri döndü “ Yoncalı köprüsü bu. Çok sağa kaymışız ama atlar doğru yolu buldular. Az sonra Bulanıktayız” dedi. Gerçekten de az sonra kasaba belli belirsiz görünmeye başlamıştı. Atlar bizi Bulanığa getirmeyi başarmışlardı. İnsanını yapamadığını yapmışlar, içgüdülerini izleyerek hayatımızı kurtarmışlardı. Bu benim doğada yaşadığım ilk maceraydı. Daha yedi yaşındayken hem donma hem de kurtlara yem olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştım. Korkmuş muydum? Elbette. Hem de nasıl. Ama duyduğum sadece korku değildi. Çok garip bir duyguydu bu. Yaşadığım şeyler normal şeyler değildi. Ben bunları yaşamış heyacan duymuş ama zarar görmemiştim. Bu duyguyu daha sonra bir çok kez duydum. Hala da duyarım. Olayı uzakdan izlemek yerine olay yerinde olmayı ve olayları bire bir yaşamayı tercih ederim. Korksam da, zor durumda kalsam da çok az kimsenin yaşayabildiği bir şeyleri yaşamak, orada olmak. .Bizleri dağlara götüren duygu da bu olsa gerek. Bu duygu da sonradan eğitimle kazanılmıyor. Atalarımızdan nesiller boyu aktarılan bir özellik..