Yeni bir yıla girerken en çok yapılan şey bir önceki yılda olup bitenlerin gözden geçirilmesi olur. Gazeteler, televizyonlar, köşe yazıları tek tek dökümler yaparlar.
Ülkemizde ve dünyada, ekonomik ve siyasi olarak hangi kararlar alındı, neler yaşandı? Hangi toplumsal olaylar oldu? Neler neler yaşadık? Kimleri kaybettik? Böylece yaşanan koca bir yılı bir çırpıda hatırlamamız, geçen yılın iyi mi, yoksa kötü mü geçtiği yönünde bir değerlendirme yapmamız sağlanır. Çok da iyi olur.
Yeni bir yıla girerken hiç birimiz bu listelere göz atmadan yapamayız. Acaba aynı şekilde kendi yapıp etmelerimizin de bir dökümü yapılıp yıl sonunda önümüze konulsa nasıl olurdu? “Sene başından bu yana, şunları şunları şunları yapmak istedin, şunları şunları yaptın, şunları şunları da yapmadın, buyur bakalım...” Bana kalırsa bunun başkaları tarafından yapılması pek de hoşumuza gitmezdi. Ama zaman zaman kendi kendimize yaptığımız, yapabileceğimiz bu döküm, bizim kendimizle hesaplaşmamızı, geçip giden hayatımız hakkında düşünmemizi sağlayabilir. Son bir yılı nasıl yaşadım? Ben neler yaptım? Neler yapamadım? Geçen yıl yeni yıla girerken, biraz da geleceğe bakarak “2014 Aşk olsun” başlıklı bir yazı yazmıştım. Siyaset çevrelerinin birbirlerine beddualar yağdırdığı, ortalığın toz duman olduğu günlerdi ve ben kendim için dualar etmiştim. Aslında yıllar geçip giderken, hayatın gittiği taraf hakkında inceden inceye duyduğum kuşkular beni kendime baktırmıştı biraz.
Bu yılbaşına girerken, ne geçmiş, ne şimdi, ne de gelecek, belki de bunların toplamı olan zaman üzerine düşünmek istedim. Zaman deyince aklıma öncelikle Theo Angelopoulos geldi. Onun unutulmaz filmi “Sonsuzluk ve bir gün.” Filme aynı zamanda adını veren diyalog şöyleydi: - Zaman nedir? - Zaman, sonsuzluk ve bir gündür. Angelopoulos, Bergsoncu bir şekilde zamanı sorguluyordu filmde. Fiziksel yaşamının bitmesinin arifesinde olan bir şairin, geçmişini bugününü ve geleceğini bir arada yaşadığı son anlarını anlatıyordu film. Saatlerin, takvimlerin, ölçüp bildirdiği bir zaman vardı ve akıp gidiyordu elbette, ama o muydu zaman sadece? Zaman ölçülebilir bir şey miydi?
Ünlü Fransız düşünür Henri Bergson, akreple, yelkovanla, takvimle ölçülen, önce ve sonraya referansla yapılan sayma işlemi olarak anlaşılan ve niceliksel bir ölçümden ibaret olan pozitivist zaman anlayışını reddeder. Bu anlayış, var olmanın anlamını ölçülebilir ve sayılabilir olanda bulan bir anlayıştır. (Burada, Küçük Prens’i anmadan geçmek zor: ”Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim: onun hakkında hiçbir zaman asıl sormaları gerekenleri sormazlar. "Sesi nasıl?" demezler örneğin, ya da. "Hangi oyunları sever? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye sormazlar. Onun yerine. "Kaç yaşında?" derler. "Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?" Ancak bu sayılarla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı...”) Oysa Bergson’a göre zaman, niteliğe ait bir şeydir. Nitelikseldir, dinamik bir değişim, bir akıştır, süredir. Bu süre ancak sezgi yoluyla bilinir, ölçülere sığmaz. Bergson’un zaman anlayışında, geçmiş şimdide yaşayan bir şeydir, ya da, başka deyişle, şimdi, geçmişin bir toplamıdır ve tam da bu nedenle, bellek yaşamı nedeniyle dinamiktir. Pozitivist anlayışın savunduğu anlamda zamanda bir ilerleme olduğundan da söz edilemez.
Bergson’un izinden felsefeden edebiyatımıza geçtiğimizde karşımızda Ahmet Hamdi Tanpınar belirir. Tanpınar’ın eserlerinde zaman temel bir kavramdır. Ona göre de, zamanı, geçmiş, şimdi, gelecek diye bölümlemek yanlıştır. Bu bölümleme fiziksel dünyaya, akrebe, yelkovana ait bir bölümlemedir, oysa zaman, öncesiz ve sonrasız bir bütünlüktür. Zaman anlar toplamıdır ve her anımızda, geçmiş, şimdi ve geleceği birlikte yaşarız. Ünlü şiirinde dediği gibi:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Evet takvimlerle beraber, takvimlerle bağlı olarak geçen, fiziksel zamanın bir göstergesi; yıllar, yeni başlayan yıllar ve gelecek yıllar... Fiziksel zaman, niceliksel, ölçülebilir bir zaman; geçen zaman. Oysa bir de geçmeyen, hep şimdide kalan, anlar toplamı olan zaman var. Niteliksel olan, ölçülere sığmayan zaman bu. Bu parçalanmaz akışa “süre” diyoruz ve onu bir bütün olarak yaşıyoruz. Üstelik ne kadar çok koparsak da, takvim yapraklarıyla geçmiyorlar. 100. yılına geldiğimiz Ermeni Soykırımının acısı ne kadar sürede geçer? Roboski’de, 3 yıl önce, F16’larla bombalanan Kürt çocuklarının acısı ne kadar sürede geçer? Geçer mi? Ali İsmail’in, Berkin’in, Ethem’in polis kurşunuyla öldürülen gençlerin, Dayak yiyen, coplanan, tutuklanan, gelecekleri çalınan çocukların, Üç yaşında cesedi babasının sırtında çuvalla taşınan Muharrem’in Soma’da kara toprağa karışan madencilerin, Başbakan danışmanından yenen tekmenin, AVM inşaatında öldürülen işçilerin, Yoksulluklarımızın, mutsuzluklarımızın, Kurutulan derelerin, kesilen ağaçların, yok edilen doğamızın, Bütün bu yaşadıklarımızın acısı ne kadar sürede geçer? Geçer mi?
Twitter: @ymbymb