12 Eylül 1980 darbesi olduğunda, Istanbul Yeşilköy 50. Yıl Lise’sinde öğrenciydim, lise 2 den 3’e geçmiştim, yaz tatili daha bitmemişti, Muş’un Bulanık ilçesinde, ailemin yanında okulun açılmasını bekliyordum. Her yerde olduğu gibi Bulanık İlçesinde de faaliyet gösteren bir çok siyasi grup vardı. Nâzım okumuş, “Felsefenin Temel İlkeleri” klasiğiyle tanışmış daha çok edebiyat olmak üzere çeşitli okumalar yapan, henüz hiçbir gruba ait olmayan solcu bir ergendim. O sabah marşlarla uyandığımda, kötü bir şeyler olduğunun farkındaydım, fakat öncesinde de hep kötü şeyler olmasının yarattığı bir kabulleniş içindeydim. Her gün cinayet, katliam haberleri okuyorduk zaten, herkes ağız birliği etmiş olarak, memleketin daha kötüye gittiğini söylüyordu, ortalık toz dumandı, bir çok mal bulunmuyordu, iki gün önce tüpgaz kuyruğunda beklemiştim bütün gün.
Tabii nasıl bir karanlığa girdiğimizin ve bu karanlığın benim hayatımı nasıl etkileyeceğinin farkında değildim. 12 Eylül askeri darbesini planlayanların, darbelerini meşrulaştırmak için nasıl ülkeyi birkaç yıl öncesinden karanlıklara gömdüğünü, generallerin kendilerini birer kurtarıcı gibi ortaya atabilmek için, nasıl kanlı hazırlıklar yaptıklarını bilmem olanaksızdı. Sadece, kötü bir şey olmuştu, bunu anlıyordum, kötülüğün boyutlarından ise henüz habersizdim.
Çevremdeki hiç kimse sevinçle karşılamadı darbeyi, herkes tedirgindi. Darbenin 2. gününde ilçeye tanklı filan bir tabur askerin girişini anımsıyorum, şehir ölü gibiydi sanki. Bütün evlerde yaşanan şeyler bizim evde de yaşandı, kitaplar gözden geçirildi, babam abilerimi, abilerim beni uyardı ve beklemeye başladık. Bir süre sonra okulum açılacaktı, sokağa çıkma yasağı kalkınca ben Istanbul yoluna koyuldum. Okuduğum lise diğer liselere göre politik sayılmazdı, yalancıktan alınmış bir ikametgah adresiyle kayıt yaptırmıştım, okula ve şehre tutunmaya çalışıyordum, şimdiki gibi özel okullar yaygın olmadığından ekonomik durumu iyi ailelerin çocukları çoğunluktaydı. Küçükçekmece’de oturuyordum abimle birlikte ve karanlık sabahlarda ergen uykularımdan uyanıp gidiyordum Yeşilköy’e. Liseyi bütünleme sınavlarıyla bitirebildiğimde, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Felsefe Bölümünü kazandığım haberi yüzümü güldürdü.
İzmir, biraz özgürlük, biraz deniz, biraz siyaset, biraz da felsefe demekti benim için. Seviyordum felsefeyi, özellikle de siyaset yanını. Okumak, akademisyen olmaktı hedefim. 1981'de başladım üniversiteye, karanlık giderek daha da derinleşiyordu, idamlar, sürgünler, okuldan atılan üniversite hocaları, otobüs duraklarında arananların fotoğraflı listeleri, göz altılar, kayıplar, işkence hikayeleri, televizyonda hergün yayınlanan yakalanmış “terörist” görüntüleri. Bütün bunlar olurken, koridorlarında silahlı askerlerin dolaştığı fakültemizde alınan felsefe dersleri... Fotokopilerin okunduğu, fotokopilerin ezberlendiği, sönük felsefe dersleri. Akşamları yurt penceresinden korkudan kaçamak bakışlar attığımız, devriye gezen jandarma görüntüleri, herkesi emireri gibi gören, albay emeklisi yurt müdürümüz...
Ve çok geçmeden külçe gibi üzerimize inen YÖK yasası.
Sonra, her şeyin arka arkaya sıralanması; tek tip ders uygulaması, kılık kıyafet yönetmeliği, kravat takılacak, sakal bırakılmayacak talimatları, bir çok hocanın istifası, kalanlarınsa 1402 ile gönderilmesi, zorunlu Türkçe ve İnkilap Tarihi dersleri, fakültemizin adının bile sakıncalı görülüp Edebiyat Fakültesi yapılması... Büyük bir istekle okumayı hedeflediğim felsefeden adım adım soğutuldum. Yapılacak daha önemli şeyler olduğunu düşünüyordum. Her gün Kenan Evren nutku dinleyerek, diktatörlüğe karşı bir şeyler yapmadan felsefe filan olmazdı bana göre. Bu askeri diktatörlükten kurtulmalıydık her şeyden önce. 18 yaşında hayalleri engellenmiş bir çocuktum, çok öfkeliydim ve felsefeden çok siyasetle ilgilenmeye başladım. 4. Sınıfta üzerinde “Yaşasın 1 Mayıs“ yazan, polislerin “trik” dediği kağıtlar bulundu evimde. Hep başkalarının anlattığı işkence denen kötülüğün nasıl bir şey olduğuyla tanışma zamanıydı, modern İzmir’in ortasında, Konak’ta, Emniyet Müdürlüğünde. En hafifinden ağırına giderek sayalım... Kaba dayak (gözün bağlıyken, giyinik bazen de çıplak olarak, polislerin küfürler eşliğinde evire çevire dövmesi) falaka (bildiğiniz falaka işte), parmak uçlarından duvara dayalı saatlerce bekletme, tuvalete götürmeden, ayakta yürüyüş halinde günlerce bekletme, cinsel organa vurma, askıya asma (kollar arkadan bağlı iken bileklerden tavana asılma)
Sonrasında askeri mahkemede yargılanıp, meşhur düşünce suçu olarak bilinen 141-142. maddelerden alınan ceza (eee, bir felsefeciye de bu maddeler yakışır) 5 yıl 6 ay 20 gün. 5 ay askeri cezaevi sonra bir tahliye fırsatıyla dışarı çıkınca başlayan ve 141-142. maddelerin suç olmaktan çıktığı 1991 yılına kadar süren kaçak yıllar... Bütün gelecek hayallerinin suya düşüşü.
Bunlar kişisel olarak 12 Eylül’ün benim üzerimdeki etkileri, tabii bir de herkesle birlikte toplumca üstümüze giydirilen deli gömleği de var. 12 Eylül toplumsal yaşamın bütün ilmeklerine işleyen çok kapsamlı ve örgütlü bir saldırıydı. Ne yazık ki, bizim kuşak çocuklarımızı da bu toplumsal koşullarda büyüttük. Aradan geçen 34 yıla rağmen ne kapsamlı bir hesap sorabildik, ne de darbenin etkilerini ve sonuçlarını ortadan kaldırabildik. Toplumsal yaşam, 12 Eylül’ün belirlediği şekilde aktı ve büyük ölçüde akmaya devam ediyor. Hâlâ daha sivil bir anayasa yapamamış, 12 Eylül’ün anti demokratik temel kurumlarını silip atamamış durumdayız.
12 Eylül’ün lideri Kenan Evren ve 4 işbirlikçi generalinden hayatta kalmış olan Tahsin Şahinkaya için Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği müebbet hapis cezası bu anlamda çok önemli bir kazanımdır. Bu karar beni ve darbe mağduru milyonlarca insanı sevindirmiştir kuşkusuz. Bu sonucun ayrıca, demokrasiye inanan herkesi mutlu etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bazı sol çevrelerden, CHP ve MHP den gelen “Zaten çok yaşlılar, bu karar miyadları dolmuş iki kişinin yargılanmasıdır, bunun şu anda çok önemi yok, ama sadece onları cezalandırmakla olmaz, karar darbe ile hesaplaşıldığı anlamına gelmiyor” benzeri, dava sonucunun önemini azaltacak yargıları doğrusu biraz anlamsız buluyorum.
Bu ülkede her zaman, devlet eliyle yapılan kötülükler, yapanların yanına kar kaldı. Dolayısıyla, hesap sorma mekanizmasının çalışması ve somut bir sonuç elde edilmesi, her şey olmasa da, çok önemli ve anlamlı bir şeydir. Ve Brecht’in dediği gibi “Eldeki bir kuş, daha kuştur, daldaki iki bay kuştan” İki generalin mahkum edilmesi, rütbelerinin sökülmesi aslında 12 Eylül’ün komple yargılanmasının yolunu açacaktır, açabilir. Bu dava sayesinde, 1980 öncesinin, 1977 1 Mayıs’ı, Kahramanmaraş, Çorum katliamları, siyasetçi, gezeteci, aydın, bilim adamı cinayetleri gibi bazı karanlıkta kalan olaylarına ulaşılabilir bu olaylar aydınlatılabilir.
12 Eylül’ün topyekûn yargılanıp mahkum edilmesi biraz da demokrasi güçlerinin bu konuya ne kadar duyarlı olduklarına bağlıdır. 12 Eylül’ü hayatımızın bütün alanlarından çıkarmak için verilen mücadele bugünkü iktidara karşı yürütülen demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir ve demokrasi güçlerinin öncelikli mücadele alanı olmalıdır.
“Türk silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği askeri müdahale sonrasında Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. Darbenin ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Ülke 1983 seçimlerine kadar Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi tarafından yönetildi.
TBMM kapatılıp anayasa ortadan kaldırıldı; siyasi partilerin kapısına kilit vurulup mallarına el konuldu; 650 bin kişi gözaltına alındı; 1 milyon 683 bin kişi fişlendi; açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı; 7 bin kişi için idam cezası istendi; 517 kişiye idam cezası verildi; yaşları önemsenmeden haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı; idamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi; 71 bin kişi TCK’nin 141; 142 ve 163. maddelerinden yargılandı; 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı; 388 bin kişiye pasaport verilmedi; 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı; 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitmek zorunda kaldı; 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldürüldü; 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi; 937 film “sakıncalı” bulundu ve yasaklandı; 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu; 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi; 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi; gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi; 31 gazeteci cezaevine girdi; 300 gazeteci saldırıya uğradı; 3 gazeteci silahla öldürüldü; gazeteler 300 gün yayın yapamadı; 13 büyük gazete için 303 dava açıldı; 39 ton gazete ve dergi imha edildi; cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi; 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü; 14 kişi açlık grevinde öldü; 16 kişi “kaçarken” vuruldu; 95 kişi “çatışmada” öldü; 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi; 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi...”
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/459038.asp#storyContinues
@ymbymb