“Devrim vaktiyle bir İhtimaldi ve çok güzeldi”*
Nazım’ın şiirlerini okuyup kendimi “devrimci” olarak tanımlamaya başladığımda ortaokula giden bir çocuktum. Babam devlet memuru olduğu için aktif siyasete katılamasa da CHP’liydi. Her gün gazete alınan, okumaya, kitaba değer verilen geniş ailemizin en küçük çocuğuydum. Siyasetin akıl almaz söylemler eşliğinde kavga dövüş yürüdüğü, sokaklarda kırmızı renkte aktığı zamanlardı. Ben yaştaki çocuklar, ergenler ve gençler için, o zamanki adlandırılmalarıyla üç seçenek vardı, devrimci, faşo ya da yoz olmak.
“Devrimci” olmuştum ama devrim bir ihtimal bile değildi benim için, ne olduğundan filan da pek haberim yoktu, olup bitenlere, haksızlıklara, adaletsizliklere karşı romantik bir öfke duyuyordum sadece. Ben meseleyi anlayana kadar da 12 Eylül darbesi ortalığı dümdüz etti. Öfkem daha da arttı. Lise ve üniversite yıllarımı “devrimci” olmak için deli gibi okuyup bir şeyleri anlamaya çalışarak geçirdim.
Üniversitenin son yıllarında artık Marksizm’in temel eserlerini okumuş, devrime ve sosyalizme inanan bir gençtim. Zaten reel sosyalizm diye bir olgu vardı, şaka değil, dünyanın neredeyse yarısı “bizden”di. Sosyalizm bir sistem olarak kapitalizmin karşısında sapasağlam duruyordu. Sosyalist sisteme yönelik her türlü eleştiriyi, kapitalizmin anti-komünist propagandası sayıp duymazdan geliyorduk. Kulağımız Moskova’daydı, onlar ne yaparsa sosyalizm için yapıyorlardı ve doğru yapıyorlardı. Polonya’da işçiler ayaklanıyorlardı, Afganistan topraklarında Sovyet askerleri dolanıyordu ama biz bunların hiçbirine aldırmıyorduk. Bunların benzerleri geçmişte de Çekoslovakya’da, Macaristan’da olmuştu, emperyalizm hep aynı oyunu oynanmaya çalışılıyordu. Demokrasi kavramı ise zihnimizde ve dilimizde hemen hemen hiç yoktu.
80’li yılların sonlarına doğru, sosyalist sistem henüz çökmeden benim devrime, sosyalizme dair düşüncülerim çatırdamaya başladı. Devrimci şiddet, proletarya diktatörlüğü, tek parti iktidarı, parti devleti, bürokrasi, ilk sorgulamaya başladığım kavramlar oldu. Giderek “devrim” düşüncesinin kendisi de nereden bakarsam bakayım sorunlu görünmeye başladı. Özellikle, devrimin (kime karşı olursa olsun) şiddet kullanmayı gerektirmesi, toplumsal tarih sahnesinde görülen her türlü “toplum mühendisliği” projeleri ve toplumsal alt-üst olma durumlarından geriye kalan acılar, benim için kabul edilemez birer gerçeklik haline dönüşmüştü. Devrimle ya da 2. Dünya savaşı sonrasında sosyalist olan ülkelerde ortaya çıkan sonuçlar ürkütücüydü. “Bütün bunlar uygulamadan kaynaklanan sorunlar, aslında böyle olmak zorunda değil, Marksizm özde böyle değil” şeklindeki savunmalar ise hiç de ikna edici değillerdi.
Zaman hızla akıp geçti, 90’lı yıllara geldiğimizde ne devrimin ne de sosyalist sistemin savunulabilir bir yanı kaldı. Reel sosyalizmle birlikte bir ütopyanın distopyaya dönüşüp sonra da yıkılışına tanık olduk.
Kapitalizm kötü, idealler güzeldi. Savaşsız, sömürüsüz, eşitlikçi bir dünya hiç tartışmasız güzel bir dünyaydı. Sorun böyle bir dünya için çıkılan yolda yapılanlar ve elde edilen sonuçlardı. Marx'ın ortaya koyduğu sistem, her ne kadar klasik bir ütopyadan farklı olarak hangi toplumsal dinamiklerle hayata geçirileceği belirtilmiş olsa bile, ortaya yepyeni bir toplumsal model koyması bakımından fiilen bir ütopyaydı ve bütün ütopyalar gibi gerçekleşmeye başladığında vadettiği değerlerden hızla uzaklaşıp baskıcı bir distopya haline gelmişti.
20. yüzyılın en önemli olayının, 6-7 Kasım 1917’de, Rusya’da Bolşevik Parti öncülüğünde işçi, asker, köylü ittifakının gerçekleştirdiği Ekim Devrimi'nin 100. Yılındayız.
Marx’ın kapitalizme yönelik geliştirdiği tezler ve bir anlamda onun görüşlerinin hayatta karşılığını bulması anlamına gelen Ekim Devrimi, hem kişisel hem de toplumsal yaşamı büyük ölçüde etkiledi. Marx’ı anlamadan, kapitalizmi anlamak mümkün olmadığı gibi Ekim Devrimini anlamadan da 20. yüzyılın gelişen olaylarını anlayabilmek mümkün değil.
“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” şiarıyla yola çıkan ve kapitalizmin en vahşi döneminde, onun bir anlamda sonuna işaret eden “Komünist Manifesto” 1848 yılında yayınlandığından bu güne, herkesin insanca yaşadığı ve kimsenin kimseyi sömürmediği bir dünya özleminin temel metni oldu. O tarihten günümüze “sol”un kapitalist hegemonyaya karşı yürüttüğü toplumsal ve siyasi mücadele sayesinde insanlık için büyük kazanımlar elde edildi. Kuşkusuz Ekim Devrimi ve onun sonuçları bu kazanımların en tepe noktası oldu.
Biz bugün, devrimin yıldönümünü kutlamıyor, devrimi anıyoruz. Çünkü Lenin öncülüğünde kurulan Sovyet iktidarı 1991 yılından beri artık yok.
Dünya daha mı güzel? Hayır değil!
Bugün, Marx’ın ortaya koyduğu kapitalizmin kendi kuyusunu kazmakta olduğu ve elbet kendi sonunu getireceği fikri, günümüz dünyasında, kapitalizmin bununla kalmayıp aynı zamanda, bütün canlılarla birlikte dünyanın, topyekûn hayatın sonunu getireceği gerçeğine dönüşmüştür. Dünya, iklim değişikliğine bağlı felaketlerle her geçen gün yaşanır bir yer olmaktan çıkmaktadır. Kapitalizm sadece insanın değil doğanın ve diğer canlıların da düşmanıdır. Bugün gücün ve paranın mutlak egemenliği her türlü insani değerin üzerine çıkmıştır. Dünyanın birçok bölgesinde savaşlar sürmektedir. Devletler açlık ve yoksulluk yerine silahlanmaya büyük paralar harcamaktadırlar. Irka, cinsiyete inanca dayalı eşitsizlikler sürmektedir. Birçok ülkede ırkçı ya da despotik rejimler güç kazanmakta ya da iktidar olmaktadır.
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında düşünmemiz gereken, Marx’ın, Lenin’in teorik düşüncelerinin sınırlarını aşarak, yaşadığımız sorunları nasıl aşacağımız ve kapitalizmin kötülüklerinin nasıl bertaraf edileceği olmalıdır.
Ekim Devrimi'nin 100. yılında Yaşasın, bütün canlıların eşitçe paylaştığı, savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya umudu, ihtimali…
"Bir ihtimal olduğunda, devrim ne kadar da güzel"*
*Murat Uyurkulak / Tol