Başbakanın hedef göstermesiyle, devletin evlerimizin içine göz diktiği ve müdahaleye hazırlandığı bu günlerde, yine devletin pervasızca yaptığı başka bir müdahalenin yıldönümünü yaşıyoruz. 11 Kasım 1942 de aynı devletimiz, çıkardığı bir yasayla, bu sefer gayrimüslim vatandaşların mallarına göz dikmişti. Bu öyle bir göz dikmeydi ki adeta “Ya malını ya canını” diyordu.
Varlık Vergisi olarak bilinen ve 1,5 yıl sonra yürürlükten kaldırılan yasa, aradan geçen 71 yıla rağmen, bir utanç belgesi olarak toplumsal belleğimizdeki yerini koruyor. Çıkarılan yasaya bakıldığında bunun basit bir vergi yasası olmadığı, daha sonrasında en yetkili ağızlarca da ifade edilen “çok başka” amaçları olduğu açıktı. Görünürdeki amacı 2. Dünya Savaşı yıllarında, yaşanan ekonomik sıkıntıları ortadan kaldırmak, alıp başını gitmiş olan karaborsacılığı ve haksız kazançları önlemek olan yasa, istenen ekonomik hedeflere de ulaşamamış, tarihimizde sıklıkla belirtildiği gibi bir “utanç” yasası olarak yerini almıştır. Olan biteni tam olarak anlayabilmek için, o yıllarda yaşananlara kısaca bakmakta fayda var.
1930’lu yıllarda, Avrupa’da hızla yayılan ve iktidara oynayan ırkçı faşist ideolojiler, bizde de Türkçülük ideolojisinde karşılık bulmuş ve hızla güçlenmişti. Ülkemiz ileri gelenleri, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, her alanda, büyük bir tutkuyla “Türkleştirme” için çalışıyorlardı. Bu hedefe ulaşmanın önündeki en büyük engel de “farklı” olanlar, “Türk” olmayanlardı. Bunların Müslüman olanlarının, yani Kürt’lerin zaten ekonomik bir gücü yoktu. En kaba yöntemlerle zorla susturulup asimilasyon politikalarına emanet edilmişlerdi. Geriye problem olarak, hem Müslüman hem de Türk olmayanlar kalıyordu. Yıllarca işlenmiş bu ideolojik altyapının üzerine 2. Dünya savaşının yarattığı olumsuz koşullar eklenince, fiili olarak savaşa girmeyen Türkiye, savaşın soluğunu sürekli üzerinde hissettiği için asker sayısını ve askeri harcamalarını büyük ölçüde arttırmıştı. Bu durumun sonucunda, bütün sektörlerde üretim düşüşü yaşanmış, birçok temel ihtiyaç malında kıtlık baş göstermişti. Böyle dönemlerde hep görüldüğü üzere de, bazı kesimlerin durumdan yararlanmasını bilmiş ve hızla zenginleşmişti. Türkçü ideoloji, giderek yoksullaşan halka zaten eskiden beri “Fırsatçı Yahudi” “Stokçu Ermeni” “Karaborsacı Rum”u bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösteriyordu. Bu ortamda, 11 Kasım 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi için dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, basının olmadığı bir toplantıda CHP grubuna şunları söylüyordu:"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz. Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”
Yasa gerçekten de bütün şiddetiyle uygulanacaktı, her bölgede “servet tespit” komisyonları kurulmuştu. Saptanan vergi miktarına itiraz hakkı yoktu. Komisyonun saptadığı ve itiraz edilemeyen bu verginin 15 gün içinde ödenmesi gerekiyordu. Ödenmeyince mükellefin malları anında icra yoluyla satışa çıkarılıyor,(mallar haraç mezat el değiştiriyor, Türkleşiyordu bu arada) satıştan elde edilen para, vergi için yetmezse bu sefer vergi borcu“bedenen” ödetiliyordu. Bunun adı ise çalışma kampıydı. Yasanın nasıl bir kıskaç hazırladığına dikkat edelim şimdi: Devlet senden öyle bir vergi istiyor ki, bütün malını kaptırıyorsun, yetmiyor, üstüne bir de çalışma kampına gönderiliyorsun. Şaka değil, yasa “bütün şiddetiyle uygulanacaktır:” Aralık ayından başlayarak tamamı gayrimüslim toplam 1400 kişi Aşkale ve Sivrihisar’a çalışma kampına yollanıyor.
Yaşananlar ne ilkti ne de son oldu. O yıllarda Servet Komisyonları vatandaşları, M, G ve D diye kodlamıştı. Müslüman, Gayrimüslim ve Dönme. Bu yılın yaz aylarında nüfus müdürlüklerinin gayrimüslim vatandaşları 1, 2, 3 diye kodladığını öğrenmedik mi? Varlık Vergisi tufanını atlatan vatandaşların birçoğu memleketi terk ediyor, direnip kalanlar ise, bir sonraki tufandan, “6-7 Eylül Olayları”ndan habersiz toparlanmaya çalışıyorlar. Oysa Şükrü Saraçoğlu hükümetinin programında şöyle yazıyor: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar laakal bir o kadar da vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."
Şimdi dönüp bakınca geriye, geçmişteki acı sayfalara, Edip Cansever’le ah diyorum: Ah, “İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.” Twitter: @ymbymb