John Berger ünlü ressam Brueghel üzerine yazdığı bir yazısında, “Genellikle dans eden şen köylülerin ve mütevâzi beyaz Noeller’in ressamı” olarak tanıtılmasına rağmen onun aslında bir davanın ressamı olduğunu yazar. Berger’e göre Brueghel’in davasının konusu, kayıtsızlık suçlamasıdır. “Sabanını süren köylünün İkarus’un düşüşü esnasındaki kayıtsızlığı; isa’nın çarmıha gerilişini ağzı açık izlemeye gelen kalabalıkların kayıtsızlığı; İspanyol askerlerin (onlar sadece emir kuluydu) Flemenklilerin yakarışına aldırış etmeksizin yağmalarken ve katlederkenki kayıtsızlığı; körlerin körler tarafından yönetilmeye karşı kayıtsızlığı; sarhoşun yaşama karşı kayıtsızlığı; vaktini oyunla geçirip de zamanının kıymetini bilmeyenlerin kayıtsızlığı: Tanrı’nın ölüm karşısındaki kayıtsızlığı…”*
Tarihin önemli olayları yanı başında olup biterken genellikle seyirci kalan, öyle kalmayı tercih eden sıradan insanın bu kayıtsız kalma hali, açık bir suçlamaya dönüştürülmeksizin ressam tarafından resmedilir sadece. Resmederek bir anlamda suçlar ve sorgular Brueghel. Neden açık bir sorgulama değildir peki bu? Berger’e göre bunu yapmak, hem o dönem siyasi ortamı açısından tehlikelidir, hem de Brueghel, bu kayıtsızlığı sorgulamayı ortaçağ Tanrı’sının yasaları karşısında bir tür kibir sayıp, günaha girmekten korkmaktadır.
Neden kayıtsız kalır insan? Yanındaki arkadaşına, komşusuna, sevdiklerine karşı yapılan kötülüklere karşı neden sesini çıkarmaz, tepki göstermez? Bu ressam için de anlaşılması zor bir durumdur. Berger’e göre Brueghel, “Masum ile suçlu arasında kesin bir ayrımda bulunmadı. Ahlakçılıktan uzak durdu. Hiçbir figürü iyi veya kötü olarak göstermedi. Onun ahlak tutkusu sadece yargılama için tereddütsüz bir kararlılıkla deliller sunduğu zaman meydana çıkar. Tek bir eylemi, tek bir kişiyi suçlama onun yapacağı iş değildi; zira çoğu insanın nasıl olup da başka türlü davranamadığını anlayamıyordu.”
1500’lü yıllardan günümüze kitlelerin bu kayıtsızlık halinde bir değişme olduğunu söylemek zor.
İnsan bugününü yaşayıp giderken, her şeye rağmen ayakta kalabilme, iyi yaşayabilme isteği, gündelik kaygıları çoğu zaman öne çıkıyor. Yaşananlar karşısında insanın kendini suçlu hissetme duygusunun verebileceği ağırlık, olup bitenleri görmezden gelmesine, giderek adeta kör olmasına neden oluyor. Görmek ve buna rağmen direnmemek hem vicdani olarak ağır bir sorumluluk, öte yandan bir takım riskleri göze almayı da gerektiriyor. Dolayısıyla, kolay olan tercih ediliyor, gözler kapatılıyor ya da başka tarafa çevriliyor.
Bu kayıtsızlık hali iktidarları rahatlatan, sürüp gitmesini istedikleri bir şey, bu sayede kayda değer bir engelle karşılaşmadan diledikleri icraatı kolayca gerçekleştirebiliyorlar. Sürüp gitmesini istedikleri için de gündelik hayatın kaygılarını, koşuşturmasını kitlelerin önüne serip, onları çalışıp çabalamaktan göz açamaz hale getiriyorlar. Yetmedi en güçlü araç her türlü yolla korku salmak. Böylece hayat insanlığın çoğunluğu için, sen müdahale etmediğin sürece sana dokunmayan, tek perdelik seyirlik bir oyun gibi geçip gidiyor.
Kitlelerin bir gün bu kayıtsızlığı bırakıp harekete geçmeleri, hayatın akışını değiştirebilecek bir gücü sağlayabilir, fakat geçmişten günümüze buna umut bağlayan siyasi düşüncelerin her seferinde hayal kırıklığına uğradıkları da bir gerçek.
Berger’e göre, Bueghel’in davası olan bu kayıtsız kalma hali, aslında olup biten kötülüklere karşı bir tür göz yumma halidir aynı zamanda. 20. yüzyılı kana bulayan modern savaşları, toplama kamplarını, soykırımları anlamak için bu “kayıtsızlık” üzerinde düşünmek zorundayız. 1920’li yıllardan başlayarak Avrupa’da faşizm adım adım yükselirken, 1930’larda Almanya’da, Fransa’da, Amerika’da insanlar neler yapıyorlardı acaba?
Bugün bütün dünyayı bir felakete sürükleyen ekonomik savaşlar, yeniden yükselmeye başlayan ırkçı ve faşist ideolojiler, dünyanın değişik bölgelerinde koparılan savaşlar, her türlü acımasız önlemlere karşın insanların canları pahasına gelişmiş ülkelere göç etmek zorunda kalıyor olması, daha çok para uğruna hem gezegene hem insana karşı daha da vahşileşen kapitalizm… hepsi gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Kendi ülke geçmişimizde yaşananları sıralamadan sadece şunu söyleyelim: Bu hafta 700. defa toplanan ve kaybedilmiş evlatlarını arayan annelere karşı hala kayıtsız değil miyiz?
Bizler Brueghel resimlerinde olduğu gibi kafamızı kaldırmadan toprağı çapalıyor, işe gidip geliyor, müziği bulduğumuz yerde dans etmeye çalışıyoruz. Brueghel’in açıkça söyleyemediğini söylersek, bütün bunlara kayıtsız kalarak bir bakıma olanlara göz yummuş olmuyor muyuz?
Peki, kayıtsızlık bir suç mudur? Yani ortada bir suçlu var mı? Berger’e göre “Brueghel’in resimlerindeki kimi sıradan olgular kendi içlerinde suça tekabül etti. Dilencinin suçu dilenci olmaktı; körün suçu kör olmak; askerin suçu orduda olmak; karın suçuysa izleri örtmekti”
Edip Cansever’le birlikte söylersek belki de bizim suçumuz da insan olmaktı ve ne gelirdi elimizden insan olmaktan başka… “… Bir oyun başka olamaz oyundan gibi Bir söz başka olamaz sözden gibi Bir şey başka olamaz şeyden gibi Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa Ne gelir elimizden insan olmaktan başka Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da…” (Antoloji)
*John Berger, Portreler, (Beril Eyüboğlu, Çev.), Metis Yayınları, 2018