Muş'un Bulanık ilçesinde oturuyoruz. İlkokul bir ya da ikiyim. Evimizin yan tarafında, bizimkilerin sonradan yaptırdıkları küçük bir evimiz daha var, daha büyük olan bizim eve yaslanmış, iki oda bir salon, taş bir ev.
Olup bitenlerin mırıl mırıl konuşulduğu kalabalık ailemizin aksam yemeklerinde kulağıma geldiği kadarıyla bizimkiler bu evimizi ilçemize tayini yeni çıkmış olan, bir tapu kadastro memuruna kiraya vermişler. Günün birinde evin önüne yanaşan koca bir kamyondan, upuzun boylu, ince dal gibi, gözlüklü bir adam, bir kadın, (nedense kadınla ilgili hiçbir şey hatırlayamıyorum) iki de kız indi. Sema ve Serap. Sema benim yaşıtım, ipince babası gibi, uzun sarı saçları iki yanda örülü. Serap ise, Sema'dan bir yaş küçük, yuvarlak yüzlü biraz daha koyu saçlı, cinpirik bir şey. Sema adını duyar duymaz ablam akasya ağacının altında yatan kedimizi gösterip bak bizim kedimizin adı da Sema deyince, yüzünden geçen gülümseme sol yanağındaki gamzeyi gösterip kaybediyor. Sema’yı görür görmez garip bir şekilde sanki ona doğru çekiliyorum. Gidip yanına öylece duruyorum, çok eskiden beri, hep orda, yanındaymışım gibi... Büyükler konuşuyorlar “Aaa aynı yaştalar, arkadaş çıktı bak sana, beraber ders yaparsınız. Hay allah, onu başka bir okula yazdırmış babası...”
Sema’nın yanından okul zamanları dışında neredeyse hiç ayrılmadım. Zaten çok arkadaşım yoktu. Hep birlikte dolaşır, oynar olduk. Çok şey konuştuğumuzu anımsamıyorum, ama hep beraberdik. Sık sık yanağımdan öpüp kaçardı. Koşarken incecik bacakları birbirine dolaşıp düşecek diye korkardım. Bir oyunda anne baba olup dudak dudağa da öpüşmüştük, öpüşmek derken, dudakları birbirine yapıştırıp durmak şeklinde. Sema’nın yanında olmak, onun kolunu tutmak (nedense kolunu tutardım) her zaman iyi geliyordu bana.
Annemin evin önündeki lahana bahçesinde, önce dev yapraklarını sonra göbeklerini birbirine dayayan lahanalarla yerin arasındaki boşluğa girer yatardık. Ben de inceydim onun gibi. Bir boşluğa ikimiz yan yana sığar görünmez olurduk. Hiç kıpırdamaz, konuşmaz, öylece yatar dışardan gelen sesleri dinlerdik. Bazen bu saatler sürerdi. Bizi arayanlar da bilirlerdi nerede olduğumuzu.
Annemler, yemekte filan benim Sema'ya aşık olduğumu konuşurlardı gülerek. Hiç sesimi çıkarmaz sadece omuzumu sallardım. Kızardım onlara dalga geçiyorlar diye, ama galiba haklıydılar. Aşıktım.
Semalar bir buçuk yıl filan oturdular bizim evde. Sonra babasının tayini çıkmış diye duyduk, Erciş’e. O da neydi ki? Biz hiç konuşmadık. Her şey eskisi gibi devam etti. Bir gün koca bir kamyon yüklenip götürdü onları getirdiği gibi. Ev, evin önü, lahana bahçesi, hayatım bomboş kaldı. Sema yoktu. Kendimi çok çaresiz hissettim. Kimseye bir şey sorup söyleyemedim. Kalbim, iki kamyon kasası arasında ezildi sanki. Hiç sesim çıkmadı…
Lise ikinci sınıfın başında aldım o tutkulu aşk mektubu. Bulanık Postanesinde damgalanmış, adımın altında sadece Yeşilköy 50.Yıl Lisesi, İstanbul yazıyor. Belli ki tutkulu, öyle olmasa, nasıl gelip bulacak beni, 32 saatlik yoldan, çarpık bir yazıyla, yarım yamalak yazılmış bir adresle. Müdür yardımcısı nöbetçi öğrenciyle çağırtmış beni odasına, korkarak gidiyorum, bir şey demeden tutuşturuyor elime mektubu.
Kimden geldiği yazmıyor zarfta, sınıfa çıkana kadar hemen açıp bir solukta okuyor, allak bullak oluyorum. “Seni ilk gördüğüm andan beri deli gibi seviyorum” diyor. Kimsin sen? Hemen mektubun sonuna bakıyorum. “Seni canından çok seven ve sonsuza kadar sevecek olan Melek.” Melek, komşumuzun iki kızından biri, Çetin’in kardeşi. Çetin benim arkadaşım, yaz tatilinde Bulanık’taydım, beraber çok zaman geçirdik. “Senin de beni sevdiğini biliyorum” diyor. Nasıl yani? Melek görüntüleri getiriyorum gözlerimin önüne, pespembe yanakları hafiften çilli, kızıla çalan upuzun saçlı bir kız. Çetin’le beraber bir iki kere onların bostanlarına gitmiştim. Aklımın ucundan geçmedi hiç Melek, sade Melek mi kimse yok aklımda benim o yaz. “Ah o Çetin yok mu? Bizi hep o bozdu, ama bizi birbirimizden ayıramayacak. Hiç kimse ayıramaz bizi sevgilim.” Sevgilim diyor bana, kendimi salak gibi hissediyorum. Sahi ya ben bir salağım… Melek ya evet, gel sana mısır koparalım diye benimle yalnız kalma fırsatı yaratmıştın, hatta kolumdan bile tutmuştun hafif okşayarak, galiba heyecanlıydın, biraz daha kızardı yanakların, ya ben, ben salak, anlamadım, öyle durdum. Demek yüzüne gözlerine baksam o anda olanlar olacak. Ah Çetin sen ne yaptın bize böyle… “Seni her zaman bekleyeceğim. Seni seviyorum, aşkım benim!”
Kaç kere okudum siz tahmin edin, 15 yaşındayım daha hiç sevgilim olmamış. Ben de seni çok seviyorum aşkım, sevgilim… Meleğim.
O gün okul nasıl geçti bilmiyorum, Yeşilköy sokaklarında anlamsızca yürüyorum, kendimi berbat hissediyorum, nasıl habersiz kaldım bu kadar? Öyle çaresizim ki, seslensem duyuramam, mektup yazamam, gidemem. Bekle beni aşkım! Kimse bana aşkım demedi, hemen yanına uçmak istiyorum. Hayır, hayır, Çetin filan bizi bozamaz diyerek sana sarılmak, mısırların arasında iki kolundan tutup kendime çekmek, dudaklarından öpmek öpmek öpmek istiyorum. Melek’i bir daha hiç görmedim!
Dudaklarım ilk kez bir kızın dudaklarına değdiğinde, bir an nasıl soluk alacağımı bilememiş, soluksuz kalmıştım sanki. Bu, o zamana kadar yaşadığım en güzel şeydi, fakat o dudaklar aralanıp da dilim sıcak bir ıslaklıkta dolaştığında yaşadığım en güzel şeyin asıl bu olduğunu anladım.
17 yaşındaydım. O cesur davranmasaydı, ben asla cesaret edemezdim böyle bir şeye. Daha bir hafta olmuştu tanışalı, el ele orda burada dolaşıp duruyorduk, “çıkıyorduk” işte, saçlarına, yüzüne dokunuyor, beline sarılıyordum bazen. Kafede karşılıklı oturduğumuzda ayaklarını bana kadar uzatıp heyecanlandırıyordu beni.
Geceleri bol yıldızlı bir gökyüzü, gündüzleri ise üst üste kondurulmuş kutucuklar gibi görünen bir tepeye bakıyordu oturduğu ev. Kapısı sokağa açılan, müstakil bir öğrenci eviydi. Yurtta kaldığım için, öğrenci evi özgürlük demekti benim için. Her yeri olduğu gibi, o yıllarda yurdu da bir asker, emekli bir albay yönetiyordu, belli bir saatte dönmek, her akşam imza atmak zorundaydık. Akşamları genellikle, son dakikaya kadar onda geçiriyor, sonra o dondurucu soğukta iki otobüs değiştirerek yurda koşturuyordum.
Bir akşam, “Kal burada” diyor. İçim eriyiveriyor, hiç gidesim yok zaten o yurda... Yerime imza atar mı arkadaşlar diye düşünüyorum, kaygılıyım ama tamam diyorum. Kalıyorum. Soba bir türlü ısıtamıyor minicik odayı, her yerden rüzgar giriyor sanki içeriye. Battaniyelerle oturuyoruz. Yatma vakti geldiğinde, arkadaşı öbür odaya çekiliyor. Kalakalıyoruz baş başa, soğuk, üşüyor üşüyoruz… Yorganın altına giriyoruz. Giysilerimiz üzerimizde. Nefeslerimiz iç içe. İşte dudaklarım o anda dokunuyor ilk kez bir kızın dudaklarına. “Sen daha önce öpüşmemişsin” diyor. Doğru öpüşmedim. “Bak işte böyle” diyor. Evet öyle. İkimizi de ateş basıyor. Elimden tutup dolaştırıyor beni, olmadık yerlerinde. Bakire misin diyorum, evet diyor. Korkuyorum. Daha okula yeni başladım, evlilik çocuk filan geliyor aklıma. Solcuyum, dünyanın bütün sorunlarına çözümlerim var ama seks hakkında, korunmak hakkında bir şey bilmiyorum. Korkuyorum diyorum, korkma diyor…
İlk aç sigaramı orada içiyorum, sabaha doğru. Sonra yıllarca hep o sabahta içiyorum ilk sigaramı.
Yok Ahmet Abi öyle sandığın gibi değil, bu başka bir şey. Bu yaşıma geldim biliyorum artık biraz kendimi... Sana şunu söyleyeyim, gece uykumun ortasında birden gözlerim açılıyor ve bir türlü kapatamıyorsam eğer, âşık olmuşum, içime aşk ateşi düşmüş demektir.
Bu ateş eşi benzeri olmayan bir duygu taşır, heyecanlandırır beni, harekete geçirir, tereddütsüz giderim peşinden. Gittim yine. Loş ışıklı bir ortamda, rastlantıyla tanıştım, bana o an olanlar oldu, yapışıp kaldım yanına kimse bozmasa o büyülü andan hiç çıkmayacağım. Öyle olmuyor işte, bir süre sonra kalkıp gittiler, bende ne kaldı peki, iki kocaman göz ve bir de adı. İşte o gece benim gözler fal taşı gibi açıldı. Ne yapsam çıkaramadım aklımdan.
Aşığım yani, öyle böyle değil.
Facebook’tan bulup arkadaş olarak ekledim, kabul etti. Bir de mesaj attım, “Sanki konuşacak daha çok şeyimiz var gibi geldi bana” dedim, sessizlik. Tamam ilgilenmiyor olabilir tabi benimle. Dört ay sonra filan bir mesaj, bir şey soruyor, olsun, cevapladım. 2 ay daha geçti. Dayanamayıp görüşmemizi de sağlayacak bahaneler yarattım. Görüştük de. İstediğim gibi bir görüşme olmadı ama ben aynı şekilde etkilendim yine ondan. Baş başa bir türlü görüşemedik, hep bir engeli çıktı. Belli, istemiyor diye ben de düşündüm, ısrar etmedim, edemedim. Ama Ahmet Abicim, bu dert öyle kolay geçmiyor biliyorsun. Yazılar, şiirler, fotoğraflar gönderdim, çeşitli etkinliklere davet ettim. Benim onunla ilgilendiğimi biliyor, bundan zaman zaman hoşlandığını da hissediyordum ama o kadar işte, karşılık yok.
İşte böyle Ahmetcim, tamam aşığım ama belli ki karşılığı yok. Aşk ateşi de olsa o da bir yere kadar, heyecanı azalıyor giderek, haklısın, artık vazgeçmeliyim bu işten, baksana aylardır aynı şeyleri geveleyip duruyorum…
Ama son olarak diyorum, en son olarak, acaba bütün bu anlattıklarımı ona da anlatsam mı, sonuna da Heine’ın birbirlerine açılamadan ölüp giden âşıklardan söz eden bi şiiri var ya hani, dörtlük, onu koysam, ne dersin, kesin son artık… Nasıldı o şiir ya…
*Çizgi: Bahadır Baruter/lombak Dergi/ 2003 Takvim eki