Bu yıl 24 Nisan Ermeni Soykırımının 100. yılı. 100 yıl önce topraklarımızda başlayan ve 20. yüzyılın en büyük trajedilerinden birinin başladığı gün. Bu yılın başından beri hükümet, çeşitli hamlelerle, bütün dünyadan yükselen soykırımın tanınması çağrılarını geçiştirmeye, yok saymaya çalışıyor. “Sözde” diyor, “tarihçilerin işi” diyor, “karşılıklı oldu” diyor, “yok hükmündedir” diyor... Mecliste bulunan HDP dışındaki diğer partileri de bu klasik devlet refleksi etrafında birleştirmeyi başarıyor. Görünen o ki, sorun Türkiye Cumhuriyeti açısından kolay çözülecek bir iş olmayacak, bu anlamda resmi bir yüzleşme şimdilik çok uzak. Fakat yüzleşmeyi sadece siyasetçilerin değil, onlardan çok, öncelikle bizim sorunumuz olarak görüp bakabiliriz meseleye. Bu gün her yıldan daha çok insanın 24 Nisan'da sokağa çıkması, değişik şehirlerde anma etkinliklerinin yapılması, sorunun akıl ve vicdan sahibi insanlarca üslenildiğinin göstergesi. Yüzleşmenin kolay bir şey olmadığı herkesin vurguladığı bir gerçek. Fakat bir gerçek daha var, o da, her geçen gün konuya duyarlı insanların sayısının arttığı, bu insanların daha çok bir araya geldiği, birbirlerinden yeni şeyler öğrendiği ve güçlendikleri gerçeği.
Yüzleşmek, çokça söylendiği gibi sadece “tarihe, tarihçilere bırakılarak” yapılabilecek bir şey değildir. Bugün bizim bunun için daha çok hatırlama, hikayeler dinleme ve konuşma ihtiyacımız var. Geçtiğimiz hafta İzmir Yüzleşme Atölyesinin organize ettiği konferansta konuşmacı olan Prof. Dr. Ayhan Aktar, dinleyicilere Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’i anlattı. Bu sayede, soykırımın en vahşi bir şekilde gerçekleştiği Diyarbakır’da, canı pahasına katliama direnç gösteren bir kaymakamı tanımış olduk.
Tehcir emri verildiğinde Lice Kaymakamı olan, 1868 Girit Hanya kazası doğumlu Hüseyin Nesimi Bey, hümanist yapıda bir insandır. Diyarbakır Valisi doktor Reşit Bey ise, acımasız bir İttihat Terakki militanı olarak bölgeyi Ermeni’lerden temizlemek azmindedir. Bölgede Beylerle, çetelerle anlaşmış ve Hırıstiyanların mallarını vaat etmiştir onlara. Hüseyin Nesimi Bey tehcir emri geldiği zaman, önce emrin yazılı olarak iletilmesini ister validen, bu affedilir bir şey değildir. Kaymakam, olabildiğince insanı kurtarmak, korumak için elinden geleni yapar. En azından Ermenilerin sağ olarak sürgün edilebilmesi için çalışır. Bunun için önce ilçenin ileri gelenleriyle, ağalarla toplantı yapıp kimsenin tehcire uğrayanlara zarar vermemesini ister. Hatta Diyarbakır'a doğru yola çıkarılan göç kafilesine yolda yapılacak saldırıları önlemek için, muhafızlarıyla birlikte bizzat eşlik eder.
Lice'nin Serdê Köyünden Hasan Hişyar'ın Görüş ve Anılarım adlı kitabında anlatıyor: “Bir gün Lice Kaymakamı Serdê'ye gelip ne kadar Ermeni aile varsa aile reislerinin köy camisinde toplanmasını ister. Erkekler önceden katliam korkusuyla amcam tarafından uzak yerlere gönderildiğinden sadece kadın ve çocukların olduğu söylenir (kaymakama). Kaymakam da 'bugünden sonra artık hepiniz Müslümansınız. Kadınlar Müslüman erkeklerle evlenecek', der. Köylülerimiz aralarında konuşurlar ve bu evliliklerin gerçekleşmemesi halinde bütün Ermenilerin katledileceğini anlarlar. Köyün yaşlıları Ermeni kadınlarını nikâhlarlar. Ama kadınlarla dokunmamak ve onları kardeş bilmek kaydıyla!”
Baştan beri Kaymakamı izleyen Diyarbakır Valisi Doktor Reşit onu Diyarbakır'a çağırır. Yolda, Diyarbakır-Lice arasında Qetîn köyü yamacında Kaymakam pusuya düşürülüp öldürülür. Cesedi de yol kenarında bir çukura atılır. Vali Istanbul’a kaymakamın Ermeni çetelerinin saldırısı sonucu öldürüldüğünü bildirir(ne kadar tanıdık değil mi?). Kaymakamın öldürüldüğü yer ortak hafıza tarafından günümüze kadar taşınır. Bugün "Tirba Qeymaqam" (Kaymakam Türbesi) olarak bilinir.
Walter Benjamin, 20. yüzyılın en büyük acılarına, 1. ve 2. Dünya Savaşları’na tanık olmuş, özellikle de Nazizm yıllarında Yahudi kimliği nedeniyle oradan oraya sürüklenmiş ve sonunda Gestapodan kaçarken içine düştüğü bunalımı atlatamayarak intihar etmiştir. Benjamin, özellikle son yıllarda, modern yaşam ve modern tarih anlayışına getirdiği eleştiriler nedeniyle üzerine çok konuşulan bir filozof olmuştur.
Benjamin, geleceği referans alan, bizde “geçmişi bilelim ki, geleceğe güvenle bakalım” şeklinde ifade edilen ilerlemeci ve rasyonel amaçlar atfedilmiş bir tarih anlayışını reddeder. Ona göre yapılması gereken öncelikle geçmişle hesaplaşılmasıdır. Önce geçmiş kurtarılmalı, orayla ve oradaki zulüm ve haksızlıklarla hesaplaşılmalı ve bu haksızlıklar giderilmelidir. Başka türlü bir gelecek inşa edilemez. Geçmişle hesaplaşmada temel dayanak hatırlamadır. Hatırlama sayesinde bizler, geçmişle bağlantı kurar geçmişin özneleriyle iletişime geçeriz. Bu yüzleşme için çok önemli bir adımdır. Benjamin’e göre, bu noktada bizi besleyen şey “büyüsel bir şekilde harekete geçen hafızadır.” Tarih, “galip”lerin yarattığı şiddet ve zulmün tarihidir. Tarihçiye düşen görev, “tarihin havını tersine taramaktır” ki bu, tarihi “galip” olanın elinden kurtarmak ve zulüm görenin bakış açısıyla yazmaktır. Tarih böylece “hatırlama” ve geçmişe bakmaya dayalı yeni bir tarih anlayışı olacak ve geçmişte olup bitenlerle hesaplaşmayı gerektirecektir. Hafıza bu hesaplaşmada temel yöntem olacaktır.
Benjamin, 20. yüzyılda yaşanan sıkıntıların, savaşların nedeni olarak, modern dünyanın içine düştüğü krizi gösterir. Krizin temel nedeni “hikaye anlatıcılığı”nın yok olmasıdır. Dolayısıyla da bu krizi aşmanın yolu geçmişi yardıma çağırmak; bizi “hatırlama”ya götürecek, geçmişle olan bağımızı kurmamızı sağlayacak hikaye anlatıcılığını yeniden canlandırmak olacaktır. Hikaye anlatıcılığı, yaşananların , yaşananlardan elde edilen deneyimlerin başkalarına aktarılmasıdır. Deneyim aktarımı basit bir süreç değildir, çünkü aynı zamanda dinleyenin deneyimi haline dönüşmektedir. Bir tür iletişim biçimi, anlatılanın yeniden yaşanılması, hikayenin yeniden ve yeniden, her defasında başka aktörler tarafından yaşanılması demektir. Dolayısıyla deneyimin ortaklaşılması, bir tür ortak dünyanın inşası anlamındadır. Aktarılan şey yaşanılandır, yaşanılabilecek olandır. Basit ve yaşamsaldır. Anlatılan böylece hem geçmiş hem şimdi, hem gelecektir. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü bir sürekliliktir.
Walter Benjamin ve hikaye anlatıcılığı üzerine daha çok şey söylemek mümkün, fakat biz bunu yapmak yerine biraz da yazının sınırlarını gözeterek şöyle düşünebiliriz. Benjamin, yaşanan bütün acıları hikaye anlatıcılığına dayanan “ortak deneyimin” çökmesine bağlamış ve çözümü de bunun yeniden inşası olarak görmüştü. Yüzyılımızın başında Anadolu’da bizim yaşadığımız da tam olarak bu değil mi zaten? Kaybettiğimiz, yıkılan, parçalanan yüzlerce yılda inşa edilmiş olan “ortak yaşam” deneyimi değil mi?
Şimdi, Benjamin’le birlikte Ermeni Soykırımı’na baktığımızda, tartışmasız, net bir soru duruyor karşımızda: Parçalanan “ortak yaşam” deneyimini yeniden kurabilir miyiz? Kuşkusuz bu soruya “evet” diyebilmek yüzleşmeden geçiyor. Yüzleşme için, hem tarihe mazlumun gözüyle bakmak hem de hafızayı harekete geçirmek çok önemli. Benjamin’le birlikte “hikaye anlatıcılığı” üzerine düşünmek, yaşananların hikayelerine ulaşmak, olanları yeniden yeniden dinlemek, okumak ve başkalarına aktarmak, çoğaltmak gerekiyor. Ermeni halkından geri kalanların anlattıkları hikayelere, katliamı yaşayanların, duyanların, görenlerin hikayelerine, Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey gibi insanların hikayelerine; geçmişin mekanlarının, duvarlarının, taşlarının, mezarlarının hikayelerine ihtiyacımız var.
Bizim bu anlamda tarihe, tarihçilere, tarih komisyonlarına çok da ihtiyacımız yok, ihtiyacımız olan, daha çok hikaye, daha çok türkü, daha çok ağıt, daha çok filmdir.
@ymbymb