“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır” diye yazmış Montaigne.
Kendimizle kendimiz, kendimizle yaptıklarımız… Bazen bir yanımızın, bazen ona zıt başka bir yanımızın galip geldiği, içimizde sürüp giden, sonsuz bir savaş.
Bir yanımız aklımıza sürekli dolaptaki kızartmayı düşürürken, öbür yanımız “gecenin bu saatinde kızartma mı yenirmiş” diye bizi yerimizde tutmaya çalışır. Bir yanımız çalışman gerekiyor kalk der, öbür yanımız yan gelip yatmamız için gerekçeler uydurur. Adeta taze fidan gibi, gencecik hissederiz kendimizi fakat bir yanımız bize ikide bir geçen yılları hatırlatıp “dur hele” der, “bunca yıl yaşandı geçti.” Bir yanımızla iyilikler saçar, herkesin elinden tutar, varımızı yoğumuzu paylaşır, öbür yandan zihnimizden olmadık kötülükler geçer, gücümüz olsa onun bunun ayağını kaydırır, etrafa cezalar yağdırır, adeta kötülük imparatorluğu kurarız. Hem herkesle eşit, kardeşlikler cumhuriyeti kurar, hem burun kıvırıp ötekileştiririz bizim gibi olmayanı. Zihnimizde kahramanlık hikâyeleri yazıp başrole kendimizi oturtur, süper adam, süper kadın olurken, öbür yandan korkudan tir tir titrer ruhumuz. Öfkeden gözlerimizden ateş fışkırırken bile, bir yanımız “aman bırak” demek için uygun zamanı bekler. Bir yandan asıl olan arkadaşlık, dostluktur diye geçirirken içimizden, öbür yandan en yakınımızdakiler için yeni öfke kaynakları bulur, yeni düşmanlıklar üretiriz. Sevgiyle bakan gözlerimizin arkasında her an nefrete dönüşme potansiyeli saklarız. Bir yanımız “yürü git” der, “vazgeç, ondan sana yar olmayacak”, öbür yanımız “hayır kal, bir de şunu dene” diye bizi orada tutar. Gerçeği bütün açıklığıyla söylemek isterken, ağzımızdan yalan sözcükler dökülür. En azından kendimize karşı dürüst olmamız gerektiğini tekrarlarız içimizden ama en olmadık şekilde ve en çok kendimizi kandırırız. Başkaları söz konusu olduğunda etik dersleri vermeye hazırızdır ama aynı durumla kendimiz karşılaştığımızda, yaptıklarımıza bin bir gerekçe üretip kendimizi aklamayı başarırız. Politik olarak doğru duruşun ne olduğunu, ne yapmamız gerektiğini biliriz bilmesine, fakat bunun sakıncalarını sıralayıp “boş ver” der bir yanımız, “bu memleket adam olmaz.” Yavaştan başımızı başka yöne çeviririz.
Bir yanımız bazen, “kesinlikle”, “asla”, “başka türlü olamaz” diyerek şahlanıp öne çıkar, öbür taraflarımızı hiçe sayar. Sonra gün gelir bu “kesinlikler”in eriyip gidişine tanık oluruz. İçimizde birbirine zıt parçaların sürdürdüğü amansız bir savaş. Arada kalan parçalar ise bir ondan bir bundan yana.
Hem iyi, hem kötü. Hem doğru, hem yanlış. Hem çalışkan, hem tembel. Hem cesur, hem korkak. Hem öfkeli, hem sakin. Hem dost, hem düşman. Hem dürüst, hem yalancı. Hem ahlaklı, hem ahlaksız. Hem sevgi dolu, hem sevgisiz. Hem genç, hem yaşlı. Hem duyarlı, hem vurdumduymazız.
Nedir insan? Bir çelişkiler yumağı mı? Bu kadar akıl ve akıldışılığın bir arada olduğu başka bir canlı var mı bilmiyorum. Montaigne’nin dediği gibi, İnsan, bir yandan hepsi farklı bir yandan iç içe geçmiş parçalar toplamı. Her bir parçamızı bir takım karmaşık süreçler yönlendiriyor. Bu parçalardan ortaya bütünlüklü bir yapı çıkarılabilir mi? Belki de boşuna bir çaba bu.
Bu savaş olmasaydı diye düşünün bir de… Nasıl da dümdüz insanlar olurduk, nasıl da çekilmez… İyi ki öyle değiliz. Yaşantımız bir çelişkiler toplamı, yapıp etmelerimiz bu çelişkilerin ürünü. Kendimize uzak, kendimize yakın… İnsan öyle ki… Bazen paramparça.
* İllüstrasyon: Özlem Deveci