Seçimlerden önce bir de Hamakat Partisi kurulmalıydı. Cahil Türkiye Partisi de kurulsa, ilerde koalisyon yapabilirler.
Önce şu linki bir tıklayın ve son yılların en büyük, müthiş icadını görün.http://www.youtube.com/watch?v=kthKe2ZBN-YTeknolojinin geldiği noktada herkesin bu icattan edinmesi dileği ile, tatsız bir başlıktan sonra gülümseterek açmak istedim yazımı. Eski mesai arkadaşım Defne Demir Türker’e bu ‘müthiş’ yeni icattan beni haberdar ettiği için teşekkür ederim.Evet, cehalet ve ahmaklık kanserine yakalandığımızı kastettiğimi hemen anladınız. Seçimlerde de işte bu doğrultuda, Türkiye’yi aydınlığa çıkarmak için, bizi önce cehalet ve hamakat batağından çekip çıkarmak üzere politikalar, projeler üreten bir yeni rejim getirmek gerekir. Bu yüzden de TMMOB’nin yeni kitabını okumakla başlıyorum bu haftaya çünkü cehalet ve hamakat kanserinin metastas yapmasını istemiyorum, buna izin verilmesini de istemiyorum. Başucu kitaplarımdan Küçük Prens’te bakınız ne diyor, Tomris Uyar çevirisi ile (1990): “Yaşam bize bütün kitapların öğrettiklerinden daha fazlasını öğretir. Çünkü yaşam, bize karşı direnir. İnsan ancak engellerle karşılaşıp da onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir”. Exupery, kitap okumayın demiyor, bunu demek istese kitap yazmazdı. Ama yazdığı kitapları da alıp bir bilinmeyende yitip gitmesinin temel sebebi savaş pilotluğu sırasında, ya da yaşamdan öğrendikleri, yaşadıkları olmuştur. Ben de kendimi tanıma yolculuğuma kitap okuyarak, yazarak ve karanlığa karşı çıkarak devam ediyorum. TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Mehmet Soğancı’nın kitabı sunuş yazısından alıntı yapmakla yetineceğim şimdilik: “Türkiye önemli bir tarihsel süreçten geçiyor. 8,5 yıllık AKP İktidarı süresince ülkemiz, siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan yeniden şekillendirilirken meslek alanlarımız üzerinden de önemli bir dönüşüm yaşandı. Kentlerin yağmalanmasından kıyı ve ormanların yapılaşmaya açılmasına, her türlü kamu hizmetinin özelleştirilmesiyle birlikte denetimin dahi taşeron firmalara bırakılmasına kadar çalıştığımız alanlar neoliberal saldırıdan nasibini aldı. Emeğin aleyhine politikalar her kesimden insanı olduğu gibi mühendis, mimar ve şehir plancıları da etkiledi. ...Toplumsal muhalefetin içinde yer alan TMMOB, dünyada ve ülkemizde yaşananlara seyirci kalmayarak, karanlığa karşı aydınlığı, savaşa karşı barışı, eşitsizliğe karşı adaleti, şiddete karşı kardeşliği, sömürüye karşı emeği savunmaya, ‘Başka bir Türkiye ve başka bir dünya’ mücadelesinde onurlu ve dik yürüyüşünü sürdürmeye devam edecektir.” Demokrat Eğitimciler Sendikası (DES) Ar-Ge kuruluşu DESAMın Dünya Kitap Haftası için hazırladığı araştırma raporunu özetleyerek utanç içinde sunayım önce: “Türk halkı ortalama 10 yılda bir kitap okuyor. Kişi başı yıllık kitap harcaması ise 2 dolar. Avrupada 500 dolar. Geçen yılki rakamlara göre; Türkiye de toplam 45 çocuk kütüphanesi, 14 yazma eser kütüphanesi ve 55 gezici kütüphane olmak üzere toplam 1152 kütüphane olmasına karşılık Almanya’da 10.531, İngiltere’de 4.620, İspanya’da 5.209 kütüphane bulunuyor. Ülkemizdeki kütüphanelerin 52si çeşitli nedenlerle kapalı. Türkiye’deki kütüphanelerde 13 milyon kitap olmasına karşılık, Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya da 739 milyon, Almanya daki kütüphanelerde 104 milyon kitap mevcut. Türkiye'de kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 493 bin 500 iken, İran da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon, İngiltere’de 35 milyon kütüphane üyesi bulunuyor.” Yüzdeli kıyaslamalar içinde çarpıcı bir ‘ayrıntı’ da şu: TÜRKİYE’DE BİNDE, SADECE 1 KİŞİ DÜZENLİ OLARAK KİTAP OKUYOR! Park, otobüs, metro vb. yerlerde kitap okuyanları görünce uzaylı görmüş gibi bakılması, hatta mümkünse taciz edilmesi bundan mıdır? Bana Fatih’in askerlerinden olduğunu ve nice profesörlere ders verdiğini söyleyen, aşiret üyesi olduğu için terbiye dersi de verebileceğini” belirten taksi şoförleri kitap okuyup (mürekkep yalayanlara) ya da ‘entelektüeller’ diyerek ötekileştirilenlere diş bilemeyi kimden öğrendiler de onlara hükmetmeye çalışmaktadırlar? Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’ni (A Tale of Two Cities) Darüşşafaka’dayken ortaokul sıralarında okumuştum. Öğretmenlik stajımı Ankara Koleji’nde yaparken de okuttum. Şimdi hayatım ile benzerlikler taşıdığına inanıyorum. Hükmetmek ve ‘ali kıran baş kesen’ eğilimi kuşkusuz cehaletle başat yürür ve ötekileştirilen yine de ‘entelektüeller’ değil, onların karşısında kendisini ötekileştirilmiş, aşağılanmış ve zamanla iktidarı ele geçirmiş kişilerdir. Bir öteki yaratırken, kendimizi de ona göre ötekileştirdiğimizi unutmamamız gerekiyor. Balık baştan kokmaya çoktan başlamıştır Kitap okumadığımız ve tiraj, reyting ve tıklanma telaşına girdiğimiz içindir ki talana dur demek yerine, kitap okuyup talana karşı savaşırken yitirdiğimiz insanları da unutup Taksim’de bir kısmı yıkılan Park Otel’in hayalet gibi duruşunu, oraya bir park alanı yapmak yerine, otele dönüşüp hayat bulacağı gibi sevinçlere gark oluşumuz da cehalettendir. Park otelinin fazla katlarının yıkımı sağlayan yiğit dostumuz Avukat Derviş Parlak’ı saygıyla anıyorum. İtaat kültürüne karşı durabilen haysiyetli ender savaşçılardandı. Işıklar içinde yatıyordur. Onun gibi, emeklerine lâyık olamadığımız birçok değerimiz var göçüp giden, salt bu yüzden işte başımız önümüzde dolaşmamız. Başımız yerden kalksın istediğimizden, zaman içinde bu değerlerimizin ömürlerini verdikleri savaşıma, cengaverliklerine ‘Don Kişotluk’ deyiveririz. Don Kişot ilkörneksel bir kitaptır (1605, 1615) ve okuyanlar bilirler ki Don Kişot nafile savaşan bir hayalperest değildir. Adaleti yerine getirmeye çalışan, haksızlığa uğrayanın, gerçek mazlumun yanında duran ‘gerçek’ bir soylu kahramandır. Onun için “kalbin gençliğidir” demiş J. Calvet. (Çev. Suut Kemal Yetkin. Remzi, 1965. s. 63). Kitap okumayan, ya da tek kitap okumuş ya da tek kitabı fetişleştiren hegemonların, çeşitli ve çok kitap okuyanları istihdam edip söz gelimi imaj ve söylev, konuşma ustalıkları, incelikleri konusunda bilgilendikleri de kesin. Meydanda binlerce insana rahat rahat konuşma yaparken ‘prompter’ ansızın bozulunca, sahneye, mikrofona yabancılaşması ve Avrupa Yakası oyuncuları gibi ‘kem küm falan olduk yani’ halleri de hegemonun arkasında o metni yazanların teknolojiye yenik düşüp ‘suflörlük’ işlevini yapamadıklarını gösterir. (Wag the Dog isimli filmde de böyle bir konuşmayı Dustin Hoffmann Başkan’a hazırlıyor ve Beyaz Saray çalışanları dolduruşa gelip ‘salya sümük’ ağlıyorlar.) Teknolojik suflör/prompter ‘çuvallayınca’ sahnedeki oyuncunun, iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlamasının en iyi yolu ‘doğaçlama’ yapmaktır. Doğaçlama yapabilmek için de kitap okumak, doğaçlama konusunda ders almak, birçok kez alıştırma yapmak, bu gibi durumlara hazırlıklı olmak ve hepsinden de önemlisi, rolünü gerçekten de benimsemek gerekir. Oyunculuk kuramları değiştiyse de siyasette Stanislavski’nin oyunculuk kuramları hâlâ geçerlidir. Rolüne inanacak, essahtan o kişi olacak, her ayrıntıyı gerçekmiş gibi yaşayacak, repliklerini/dersini edecek ezber ve ‘prompter’ın azizliğinde sahnede acizleşmeyecek. Macide Tanır oyunculuk üslubu böyleydi. http://video.milliyet.com.tr/Erdoganin-prompteri-bozulursa_1_50402.htmBunun en güzel örneği ‘yanlışlıkla’ ÇILGIN PROJE diye tanıtılan ikinci boğaz projesi bugün İstanbul’da “MUHTEŞEM PROJE!” diye tanıtılıyor. Muhteşem Proje sloganının yanındaki yüz de başbakana ait. Anıştırmanın gücünü bilen reklam metin yazarları kitap okumuş insanlardır. Onlara sormak gereken şudur: Hayal güçlerini, bilgi ve birikimlerini halkı, ‘çoğunluğu’ serfleştirme yolunda neden kullandıklarıdır. Yanıt belki reklamcıların aldıkları paradır, lakin yine de insan onurunun da mı bedeli olur diye sormaktan geri duramıyorsunuz. Bu sloganın söylem çözümlemesini yapmaya çalışayım: Muhteşem Yüzyıl TV’de en çok izlenen dizidir ve Osmanlıyı anlatmaktadır ve imparatorluk fikri ile ilintilidir. Haliyle, Osmanlı Türklerinin dünyaya hükmettiği bir dönemdeki entrikaları anlatmakta, belki benzer entrikaları şimdi de yaşadığımız için kendimizi büyük bir imparatorluğun içinde yaşıyormuş sanmamıza yol açmakta, şimdi değilse de seçimden sonra eski ‘muhteşemliğimize’ ulaşacağımızı da ima etmektedir. Bu ‘billboard ve TV muhteşemliğine’ kanmak işte cehalet kanıtıdır. ‘Çılgın’ sıfatı işte bu yüzden ‘o çok bilmiş reklamcılar’ tarafından düşürülmüştür. Çılgınlık, delilikle ilintilidir ve herkesin ya da çoğunluğun kendisini bu sıfata yakıştırması zordur. Oysa çoğu zaman bu memlekete gerçek bir çılgın gerekmiştir, Don Kişot gibi. ‘Muhteşem’ sıfatı ayrıca, ‘az’ olmaz, ‘daha’ olmaz, ‘en’ olmaz. Yani kıyaslamaya gelmez. Şu proje diğerinden ‘daha muhteşem’ diyemezsiniz, dil hatasıdır (‘çok harika’ gibi). Haliyle TV’deki Muhteşem Yüzyıl dizisi ile iktidarı yeniden isteyen egemen arasında ‘anıştırma’ ya da ‘gönderim’ yapmamız sağlanarak şu anlamları çıkarmamız istenmektedir: “Muhteşem Proje’nin yanındaki resimdeki kişi de muhteşemdir ve onu seçmek başlıbaşına biricik, başka hiçbir kişiyle kıyaslanamaz bir projeye oy atmak demektir”. Siz isterseniz buna megalomani deyiniz, mitomani deyiniz. Ama reklamcı oy atacak ‘çoğunluğun’ kafasına bu anlamları nasıl sokacağını iyi bilir. Bu reklamların reklam panolarında olduğu kadar kentin manzarasına egemen noktalarda BİNAlar üzerinde oluşuna da dikkat ediniz. Karadan ve denizden görünecek şekilde ve bellekte sistemin üzerinde durduğu ‘kurumları’ da simgeleyebilecek binaların üzerine asılmıştır sloganlı egemen yüzleri. Cihangir sırtlarından görünen tarihi yarımadadakiler buna bir örnektir. ‘İstikrar sürsün’ sloganı sırtını camilere ve zengin ticaret merkezlerine dayamıştır. Eminönü vapur iskelesine inenlerin görebileceği gibi ayarlanmış bu reklam, 'istikrar' ve 'sürmek' sözcükleri ile başbakanın yüzünü kent kavramlarının belki de başında gelen BİNA okumak, bina inşa etmek yan anlamları ile de ‘eşanlamlı’ hale getirmektedir. Fotoğraftaki vapurun Eminönü’ne gitmediğine de dikkat ediniz. Eminönü’nde her vapurdan inenin de bu bellek oluşturma oyunlarına kanmayacağını da bilmek iyi. Yoksa anketlerin CHP’yi önde göstermesine başbakan yine sinirlenmezdi. Fakat bu anket sonuçlarından Amerika’yı sorumlu tutması da bir önceki yazımdaki Doktor Frankenstein ile yarattığı Adem’in çatışmasını akla bir kez daha getirebilir. Başbakan inandırıcı mıdır Amerika’ya bu ithamında, ondan emin değilim tabii ki. DESAM raporundaki okumayan gençlik hakkında söylenen ise çok acıklı: “Rapora göre; öğrencilerin ders kitaplarından başka kitap okumadıkları, hatta ders kitabı bile okumadıkları belirtiliyor. Gençlik kitap okumuyor ama ne kadar şaşırtıcıdır ki her konuda iddiası ve bilgisi var.” Bu konuda biz hocalar da fazlası ile dertliyiz. Öğrenci gençler artık kitap okumadıkları için utanmadıkları gibi ‘yüzümüze durup’ açıkça kitap okumadıklarını söylüyorlar, sınıftaki kitap okuduğundan emin olduğumuz öğrenciyi ise parmakla gösterip gülerek ‘ucubeleştiriyorlar’. Sürekli olarak TV seyreden ve futbolcu ya da ünlülerin künyelerini bilgi sanan bir ‘hamakat’ ordusudur asıl tehlike çünkü yarının idarecileri, imamlı ya da imamsız orduları onlar olacak. Raporun yürekten katıldığım tanıları şöyle: “Çocukların ve gençlerin kitap okumamasının en önemli nedenini ailede kitap okuma geleneğinin oluşmaması. İşte bunun için ülkemiz yıllardır yangın yeri gibi. Okumadığımız için; dürüst ve yetenekli politikacıları, donanımlı ve liyakatlı yöneticileri seçemiyoruz. Okumadığımız için; hakkımızı aramıyor, yanlışlıklara karşı hesap sormaya, sorgulamaya yetecek bilgi ve cesareti kendimizde bulamıyor her şeyi kaba kuvvetle halletmeye çalışıyoruz. Araştırmada Afrika ülkelerinin çoğunun bizden daha iyi durumda olduğu söyleniyor. Doğrudur ama ‘ayıp yahu, bakın hep küçümsediğimiz Afrika bile bizi geçti’ demek gibi, yine aşağılık kompleksine bağlanabilecek bir yorum ile. Oysa, hep imrendiğimiz, ‘her halinle güzelsin’deyip benzemeye çalıştığımız ABD’nin durumuna bakınız: Dindar bir blog’dan aldım. Blog’un niyeti benimkinden farklı olabilir ama gerçek buysa, bulunduğumuz yerden biz de şunu söyleyebiliriz: Nükleer santrallere heveslenerek ve yabancı uyruklulara imam hatip liseleri açarak radikal islamın küresel genişleme hedefini açıkça göstermıştir ve ılımlı islam bir ‘maske masal’dır. http://acatholicreader.blogspot.com/search/label/C.%20S.%20Lewis -Amerika’da lise mezunlarının %30u bir daha hiç kitap okumuyormuş. -Üniversite mezunlarının %42si bir daha hiç kitap okumuyormuş. -Amerikan ailelerinin %80i geçen yıl bir kitap olsun almamış veya okumamış. -Amerikan yetişkinlerinin %70i geçtiğimiz 5 yıl içinde kitapçılara hiç girmemişler. Günün Sözü: Okumayan insan, düşünce, sanat, kültür, bilim, teknoloji üretemez, kuldur, hurafeler ve gereksiz bilgilerle yüklenmiş ilkel bir robottur. Bu yüzdendir belki Amerika’daki en yaygın atasözü “Ignorance is bliss”/ “Cehalet mutluluktur.” Cehalet ve hamakat kanserine yakalanmışız. Diğer tüm kanser türleri bu gerçeği unutturmak için yaratıldı dersem, komplo teorisi demeyin? Bugünkü iktidar bu kanser yüzünden iktidardadır. Ülkenin neredeyse bütün medyası, yineliyorum, tiraj, reyting ve tıklanma uğruna, bu ahmaklaşma ve cahilleşme sürecine katkıda bulunmaktadırlar. Görmediğiniz, görünmeyen çocukların geleceklerini çalıyorsunuz! Birinci Cumhurbaşkanımız kimdi diye sorduğumuzda Turgut Özal yanıtı alabiliyoruz artık. Bizi küçük ABD yaptılar, bu gerçeği görünüz. Yıllar önce ABD okullarında ders verirken bir tek “cool” sıfatı ile okuduğumuz öykülere beğenilerini ifade eden Amerikalı öğrenciler görünce ve başka bir sıfat yok mu öyküyü değerlendirmenizde kullanabileceğiniz diye sorduğumda “awesome” gelirdi akıllarına, çok beğenmişlerse. Bu iki sıfatın da Türkiye’deki cehalet karşılıkları, hiçbir anlama gelmeyen denkleri “ilginç, hoş, güzel, çok harika, müTTiş” ve şimdi de o çok izlendiğini duyduğum dizinin adından alınma ve AKP reklamlarında çılgın proje yerine billboard’ları dolduran “muhteşem” sıfatı. Muhteşem sözcüğünün dengi bu reklamdaki yüz müdür? Yanındaki yüz kimin yüzüdür, Başbakan’ın. Allah için soruyorum, bu anıştırma, bu yakıştırma HAMAKAT halimizin en güzel örneği değil midir? Hangi reklam şirketi, hangi beyin, hangi eli kalem tutan, hangi yaratıcı kalp hayal gücünü, bilgi ve birikimini sömürünün, hamakatın sürmesi için bu denli arsızca kullanmaktadır? Bunun adı utanmazlıktı eskiden, şimdi pragmatizm mi oldu? Kaç paradır onurunuz? TÜRKİYE CEHALET VE ÖTEKİLEŞTİRME MÜZESİ haline gelmiştir. Birçok yönetmenin bir araya gelerek yaptığı bir film var ki bu cehalet ve ötekileştirme illetleri ile savaşmak üzere okullarda gösterilip incelenmeli. Ben bu yaz vereceğim “Dünya Sinemasında Ötekinin Sunumu” başlıklı dersimin müfredatına ekledim bile. Hangi film mi? ALL THE INVISIBLE CHILDREN. (Göze Görünmeyen Çocuklar, 2005) Küçük Prens’i okumaya devam. Bana kitap gönderen, armağan eden, yeni kitap haberleri gönderen dostlarım Cemal Bâli Akal’a, Övgü Tüzün’e, Özlem Kumrular’a, teşekkür ederim. Kitap okumanın güzellikleri üzerine yazmayı sürdüreceğim.