Bu adamla bir yastıkta kocamayız umarım. Hatırlayınız, çocukken hepimiz adam asmaca...
Bu adamla bir yastıkta kocamayız umarım. Hatırlayınız, çocukken hepimiz adam asmaca oynamışızdır. Aklı o oyunda takılı kalan iktidar düşkünü otoriter kişilikler, kardeşlik öyküleri ile değil de şiddet, hırs ve iktidar öyküleri ile büyüyüp şeklini aldıkları koltuklarda adam b’asmaca oynarlar, oynuyorlar.
Martin McDonagh’nın YASTIK ADAM adlı oyunu bugünlerde Ankara’da sahneleniyor. 27 Mart Dünya Tiyatrolar gününde de tüm tiyatrolar bedava. Şimdiden yerinizi ayırtın. Totaliter bir rejimin öyküler yazan bir yazara neler yaptığını izleyin ve yanılsamalarla nasıl ve niye incelip umarsızlaştığımız hakkında düşünün. Yargıya güvenin, yargı ‘yastık adamın’ elinde. Bu yastık, korkunun, şiddetin yastığı. Gözyaşlarınızı tutarak seyredebiliyorsanız, kendinizle ilgili ‘kayıtlılık, kayıtsızlık’ meselesinde de biraz düşünün, çünkü sizden başkalarının dertlerine kayıtsızlık megalomani ve hubris (aşırı kibir) hastalıkları ile flört eder, içselleştirilmiş kayıtlılık ise, tıpkı asilik gibi, küpüne zarardır. Tercih bizim.
Başlangıcından beri insanlık tarihi, özellikle din öğretileri ve mitolojisi, o mitlerden gelişen söylencelerle beslenen uygarlıklar tarihi şiddetin de tarihidir. Sözel, bedensel, ev-aile ve grup içi, coğrafî, popüler, evrensel şiddet. İnsanoğlunun belleği ne yazıktır ki şiddet öyküleri ile doludur. İktidar icat olduğundan beri bu böyledir. Adem ile Havva öyküsü kadar eskidir şiddetin öyküsü. Haliyle masallar, destanlar, söylenler ve söylenceler, insanoğlunun sözel ve yazılı anlatı geçmişi de bu tarih içinde anılır. İrlandalı yazarın bol ödüllü oyunu YASTIK ADAM bu gerçeği çok katmanlı mecazi yapısı yoluyla anlatıyor. Oyun elime 2005 yılında geçmişti, çevirdim. Nihayet Ankara Devlet Tiyatrosu kadrosu tarafından, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yirmi yıl çalıştığım bölümün kurucusu değerli aydın hocamız, İrfan Şahinbaş adına açılan atölye sahnesinde seyircisi ile buluştu. Gittim gördüm, pek memnun döndüm eve. İnsanın emeğinin boşa gitmediğini görmesi ne keyifliymiş meğer. Başka beyin ve yüreklerin de aşa emek katması ile ortaya çıkan bir başyapıt olmuş bu sunum. Sadece okurken, sadece çevirirken, sadece başkasının işini izlerken fark ettiklerimden çok farklı noktaların da ayırtına vardım. Coştum, başka bir yazıya konu olabilecek birçok şey öğrendim. Dört kişilik, dört dörtlük bir oyun çıkmış İlham Yazar yönetmenliğinde. Emeği geçen herkese ne kadar teşekkür etsem azdır. Oyunu okuduğumda çevirmeye değer görme sebeplerim arasında itaat kültürü saplantıma uygunluğu ve Hollywood tarzı ikili karşıtlıklar yoluyla yukarıda sözünü ettiğim o kıyacı belleği anımsatırken, totaliter bir iktidarın bu belleği kullanışına karşı ironik duruşu ve şiddet öykülerinin cazibesinin bu belleğin yazgı gibi benimsenip sürdürülmesini sağladığına işaret etmesi de vardı. Oyunda özetle, zorba bir iktidarın iki temsilcisi, Dedektif Tupolski ile polis Ariel, yazar Katurian Katurian’ı sorguluyorlar ve etmedik eziyet bırakmıyorlar çünkü yazar içinde şiddet barındıran, özellikle çocukların öldürüldüğü öyküler yazmaktadır. Anne-babadan eziyet, işkence gören yazarın ağabeyi Michal ise, kardeşinin öykülerini gerçekleştirmektedir. Öykülerde anlatıldığı gibi çocuk öldürmektedir. Polis devleti temsilcileri ise yazarın neden böyle bir hayal gücüne başvurduğunu işkence ile anlamaya çalışırken, yazarı ve öykülerini imha edip etmeme kararını almakla yükümlüdürler. Oyunun olay örgüsü bu gerilim üzerine kurulmuş. Oyun içinde yazarın yazdığı birkaç öykü sahnede bu yüzden okunur. Oyunun başlığını taşıyan öykü ‘Yastık Adam’ çocuklara intihar etmeyi öğreten bir adamla ilgilidir. Vücudunun her yanı minicik yastıklardan oluşmuş bu fantastik adam çocuklara acılı bir hayat sürdürecekleri yerde küçük yaşta kendilerini imha etmeyi öğretir, ebeveynleri de çocukları kaza ile öldü sanırlar. Martin McDonagh’nın en güzel iletisi işte bu noktada önem kazanmaktadır. Çocuklarımıza bu öğretilmektedir ve onları daha çocukken katlediyoruz. Masallar, söylenler, söylenceler ile tamamen kurmaca, hastalıklı bir hayal gücünün ürünü anlatılar ile ve onlar yüzünden hiçbir çocuk sağlıklı büyüyemiyor ve iktidar düşkünü, şiddet uygulamaya/arzulamaya hazır zavallılara, hatta canilere dönüşüyorlar, Katuryan’ın ağabeyi Michal gibi. Oyunu çevirmem için yeterli iletilerdi bunlar. Şiddet öyküleri çok önemlidir çünkü mimariden, popüler müziğe, romandan oskarlı filmlere, karikatürden müze tasarımlarına kadar, güç, iktidar ile yıkma, bozma, ‘tahrip etme, devirip alaşağı etme’ amaçları ile de hep flört halindedir. ‘Subversion’ denen bu amaç için de iktidar, sanatı ve öykülerden oluşan belleği amacına yönelik olarak kullanır, suistimal eder; kitleleri gütmek için bu şarttır. Baskı, korku üretip çoğaltarak ve sanal bir demokrasi görünüşü altında, varsıllık ütopyası vaat ederek halkı çaresizleştirir, halk arasında sınıfsal uçurumlar genişler. Uçurumlara düşmek istemeyenler kolaylıkla yedilirler, yönetilirler. Zorbanın işkence tarihi, onun iktidarına karşı çıkan, her koşulda üretmeyi sürdüren asi sanatçının da tarihidir, biliriz. Karşılıklı değişir, dönüşürler. Bu güç Mikail’in kıyacı gücünde bulunduğu kadar, hayal gücü sahibi yaratıcıyı da değiştirir, dönüştürür, zorbayı da. Katolik İrlanda çocuğu McDonagh’nın dini bilgileri ironik olarak kullanışına en güzel örnek de Mikail’in, oyundaki zeka engelli katil abi Michal’in ‘bilinç gücü’ oluşu. Yaratma, yol gösterme, karar verme bilinci de ana melek Mikail etrafındaki anlamlar arasındadır. İronik olarak, oyunun olay örgüsü de bu anlamlar çevresinde gelişmektedir. Dört baş melekten Mikail, yazar Katurian’ın abisi Michal. (“Ben Mikail! Ben Mavi Şimşek! Ateş Meleği!”) Melek Mikail’i tasvirlerinde sanki Oskar heykelindeki kılıcı tehditkârca savurup savaşırken, ejderleri haklarken görürüz. İsrail’in de koruyucu meleği olduğu söylenir. Önce sinagoglar prensiymiş, sonradan başta Katolik olmak üzere kiliseler prensi olmuş. Şeytan ile savaşıp Musa’nın yanında yer almış, daha sonra inançlı Hıristiyanlara cennetin zevklerinin yolunu göstermiş. Mısır’ı hastalıklarla kırıp geçiren, Kızıl Deniz’in sularının yarılmasını sağlayıp bir halkın Vaat Edilen Topraklara ulaşmasını sağlayan da oymuş. İster inanın, ister inanmayın! İnanç, inanmak söz konusu olunca Hume’dan bir alıntı yapmadan geçmeyeyim, sevgili meslektaşım Örsan K. Öymen’in harika çevirisi ile: “Her tür boş inancın dogmatik, buyurucu niteliğine karşın, bütün çağlarda dindarların inanışlarının gerçek olmaktan çok yapmacık olduğunu ve yaşamımızın gündelik işlerinde bizi yöneten sağlamca inanma ve ikna olmaya birazcık olsun yaklaşmadığını gözlemleyebiliriz. İnsanlar bu gibi konularda besledikleri şüpheleri kendi kendilerine bile itirafa cesaret edemezler: Basmakalıp inançlarla yetinmeyi bir erdem sayar ve gerçekteki inançsızlıklarını en sunturlu yeminlerle, en kesin bağnazlıklarla kendi kendilerinden gizlerler. …İnsanların davranışlarının olağan akışı, söyledikleri sözleri yalanlar… (Hume, Say Yayınları, 2010, s.206.) Hakan Ünal da, filmi Saklı Hayatlar’ı yapmadan önce, Hume’un bu saptamasını inceleyip üzerine ayrıntılı düşünebilseydi, daha başarılı bir film yapabilirdi; yine de, Alevi-Sünni ötekileştirilmesinde hurafelerin gücüne, inanç ile birlikte gelen kurumsallaşma ile aynı binayı, aynı sofrayı üleşen, aynı havayı soluyan insanların aşık ya da kardeş olmak yerine nasıl da düşman kesildiklerini gidin izleyin. Lâkin, ben yine de kardeşlik öykülerinin daha çok anlatılmasından yanayım. Bellek biraz da bu güzel öyküleri anımsayıp çoğaltmalı. Yastık Adam oyunu, bu şiddet dolu belleği kullanarak izleyene, Aristoteles gibi, diyor ki: “Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.” Şunları da diyor oyun. Tarih boyunca biz insanlar, böylesi şiddet öyküleri ile beslendik ve komşu mahallelerdekileri, ötekileştirdiklerimizi öldürmeyi marifet bildik. Katleden biz değilsek bile, katilleri görmemeyi yine bu öykülerin saldığı korku bize öğretti. Biz insanlar, kendimizi görmeyen, kendimizi bilmeyen şiddet mağdurlarıymış, şiddete maruz kalanlara acıyan iyi yürekli insanlarmışız gibi yapmayı ve böyle yaparak da şiddetin yoluna kırmızı halılar döşemeyi öğrendik. Şiddetin taşıyıcı bedenleri haline geldik de diyor.
Michal, Michael, Mikael (geçtiğimiz haftalarda sinemalardaki Ayin filminin de hem yönetmeninin, hem senaristinin, hem de şeytan çıkarıcı baş karakterin adı Michael ve türevleri. Filmin başında İncil’den dört büyük melekten Mikail’e de gönderme yapılıyor.) Pertev Naili Boratav’ın mitlerin daha sonra efsanelere dönüştüğüne dikkat çekişini de unutmayalım. Doğruluğuna inandığımız söylenler, hepten uydurmadır, replikasyon sayesinde, tekrarları ve benzerleri üretildikçe, efsaneleşir, insanî özellikler kazanır ve zamanla bu tamamen uydurma yaratıkların gerçekte var olduğuna inanılır. İnanıldıktan sonra tartışılmaz! İnanılan güç iktidarın elindeyse, hegemon yerini bu öyküleri anlattırarak, çoğaltarak kavileştirir. İnanılan güç, karşı safları temsil ediyorsa, bu gücün temsilcilerinin kırılması, başının ezilmesi gerektir. Katurian’ın öyküleri ile edindiği güç, kalemi, Mikail’in kılıcı gibidir. Ağabeyine kıyacılık yolunu öğreten bu hastalıklı öykülerdir. Haliyle, öyküleri masum masum yazan yazarın kardeşini ne yapacağına karar vermesi, iktidarın ise yazarı, öykülerini ne yapacağına karar vermesi gerektir. Her iki taraf da karar vermekte fazla zorlanmazlar. Sahnede müthiş inandırıcı yöntemlerle bu kararlar alınır. Umarım oyun İstanbul’a da gelir de İlham Yazar ve arkadaşlarının bu başarılı yorumunu hep birlikte bir kez de İstanbul’da izleriz. Her iktidarın bir şeytanı, şeytanları vardır demeye getiren ve haliyle şeytan çıkarıcılarını da yetiştirmemiz gerekir ana fikirli Ayin filmini yaşıyor olabiliriz. Her iktidar kendi düzeneğini yerleştirmek için uğraşır, yerleştirdikten, kurumları ele geçirdikten sonra da, çorbadaki sinekleri, pürüzleri ayıklamaya başlar ki iktidarı kalıcı olsun. Metafor ya da figüratif bir dil kullanılacaksa edebiyatta, sinemada şeytanların, iblislerin, korkutulması, bastırılması, iktidarın egemen olduğu alanlardan kovulması, sürülmesi, bu yollarla tehlikesizleşemiyorsa yok edilmesi gerekir. Tarih, tarihimiz, insanlık tarihi, ne yazık ki bu ‘şer’ mantığının, örüntüsünün tekerrüründen ibarettir. Bu yüzdendir ki öncelikle korku dağları sarmalıdır. Böyle olunca kitleler korkar, ölümden ya da ya da sahip olduklarını yitirmekten. Sinerler, sonra da vicdan muhasebesi yaparken bahane ve teselliler oluştururlar; bunu yaparken de aynaya bakıp bahtiyar bireyleriz biz diyebilmek için onları bir şeylere sahip kılan iktidarı savunmaya başlarlar. Halk işte böyle bölünür. Kardeşler bu yüzden birbirine girer. Ortak müşterekler yitirilince, tuttuğumuz, belki tutunduğumuz mutlaklar elimizden kaypak kayalar gibi kaydırılınca, sağlam zeminler üzerine kurulmamış düşüncelerimiz, fikirlerimiz, ideallerimiz dağılır, parçalanır.
Bu özelliklerini sevdiğim için çevirdim Yastık Adam’ı. Bir doğruya giden yolda, çok katmanlı bir kurgu ile birçok başka doğruya da parmak bastığı için; post-modern parçalanmaya teslim oluyormuş gibi yapıp son anda durumu kurtararak bütünselliğini koruduğu için; bir metni yitirirken, kalıcı masalların, söylencelerin kıyacılığa teşne yanlarına dikkat çektiği için. Yastık Adam, şiddet dolu belleğimizin baş mümessili, insanlık tarihinin utanç prensi, belki de faili meçhul cinayetlere giden yolu gösteren imgelem. Bu yazılı katliamlar tarihi imha edilesi, yeryüzünden silinesi; bir o kadar da örnek alınası bir metinler toplamı. İktidar bunu da bilerek karar verir metni imha edip etmeyeceğine. Hatırlatayım: 'Mikail’, 'Tanrı kimdir?' demekmiş. Martin McDonagh’nın tiyatro için yazdığı bu oyunu da, tüm Türkiye’ye oynatılan iktidar oyunlarını da ‘izlerken’ bu soruyu da düşünelim. Katil ‘abi’ Michal için mi soruluyor bu soru, yoksa kardeşi ‘yaratıcı’ Katurian için mi? Her ikisi için de mi? Yoksa Martin McDonagh bu soruyu sadece soruyor mu? Sorular yanıtlarını ima ederler, anlatıların bağlarında, okunan ve oynanan öykülerin içinde. O halde, sanatın yapıcı olduğu kadar yıkıcı gücüne de dikkat çekmeli. İşlevsellik kimi zaman yıkıcılığındadır da. Totaliter rejim temsilcileri sanatın bu gücünü bildikleri için de muhaliflere baskı uygularlar. Otoriter kişiliklerin, Hume’un saptamasındaki gibi, insanlıktan çıkıp tanrılaştıklarına inanmalarının gerisinde de bu gücü ele geçirmiş olmaları yatar. Kitlelerin ezilmesi, döngüsel kurguda yine kitlelerin ele geçirilip yönlendirilmesi ile mümkündür. Gecekondu bölgeleri ya da yoksul halk yetmişli yıllarda sol düşüncenin savunucusu ve kalesiyken, bu yüzden el değiştirmiştir. Şu ‘subversion’ sözcüğüne bir bakayım sözlükte. Hımm. ‘Subversion of the Constitution’ dersek ‘Anayasanın kaldırılması’ anlamına, ‘Subversion of the government’ dersek de ‘Hükümetin yıkılması’ anlamına geliyormuş. ‘V for Vendetta’yı bir kez daha izlemeliyim. Subversiyona karşı subversiyon ile bitiyor diye anımsıyorum. Canetti’nin Kitle ve İktidar’ını bir kez daha okumalıyım. Tercih bizim. “Kirli Kırlent” adlı öykümde yıllar önce gördüğüm leke büyüdü ve Yastık Adam’ı doğurdu. Şimdi Ankara’da oynanıyor. Hepimize iyi seyirler!
Oyundan fotoğraflar: Muzaffer Aykanat