Arkadaşım aradı.
İstanbul'dan İzmir'e dönüyordum, "Araçtayım, sonra görüşelim" dedim.
Ertesi gün Seferihisar'dayım. Ege, yavaştan bahara hazırlanıyor. Oysaki başka yerlerde hayat kış, soğuk, zemheri.
Görüştüğümüzde anlattı hikâyeyi.
"Tam sana göre" dedi. "Ya bir öykü çıkartırsın bundan, ya da ilginç bir haber."
İran'dan başlayarak arafta sıkışıp kalan, dram dolu bir hikâyeye ilişkin sohbet ve görüşmeler işte bundan sonra başladı.
Alınıp verilen telefonlar; yapılan konuşmalar, yazışmalar, gönderilen fotoğraflar; karabasan gibi geçen bir gün, korkuyla büyüyen zaman, örselenen canlar, ne olduğunu anlamayan çocuklar; kırılan umutlar, travma içinde ağlama sesleri…
Adı Piya'ymış. Otuz beş yaşında, İranlı bir mülteci. Beş yıldır Türkiye'de. Eşi Lila ile bir yıl önce Türkiye'de evlenmişler. O da İranlı bir sığınmacı.
"Cehennemi yaşadık biz" diyor Piya, "cehennemi!"
Her ikisinin de tanrıya inançları var ama dinsizler! İran'da dinden çıkmanın cezası idam! Bu yüzden terk etmişler ülkelerini. Dinsiz olduğu anlaşılırsa başlarına neler geleceğini düşünmek bile istemiyor Piya. Bu yüzden pasaportla üç aylığına gelmiş Türkiye'ye. Geliş o geliş. Gerisi, ülkesinden uzakta, mülteci bir yaşam…
Çocukları var Piya ile Lila'nın. "Çocuklarımız" diyorlar onlara.
"Çocuklarımız" deyince sesi yumuşuyor; ne kadar da içten, nasıl da sıcak, bir o kadar sevecen dökülüyor sözcükler dudaklarından… Çocukların ikisi İranlı, biri Türk, öyle anlatıyor Piya. İkisini İran'dan getirmiş Lila. Adları Nohut ile Mişa. İki ve iki buçuk yaşlarındalar. Üç dersen kabul etmiyor; "iki buçuk yaşında abi, kız ve erkek çocuklarımız" diyor. Söylediğine göre, onları İran'dan getirmek için çok masraf yapmış, bir sürü zahmete katlanmış Lila.
Üçüncüsü bir sokak kedisi. Ön ayaklarından biri sakat. Onu, hastalıklı, ölmek üzereyken bulmuşlar. Bir yaşında ya var, ya yok. Alıp eve getirmiş, sarıp sarmalamış, evlatlık edinmişler. Tedavi etmek için az para harcamamışlar. Lakin sakatlık baki, ameliyatla düzelmez demiş doktor. Ön ayağı kısacık, adeta yok gibi. Adını Nini koymuşlar. Böylece, Nohut ile Mişa'nın aralarına kardeş olarak katılmış o da.
Her şey bir kâğıtla başlamış. Kapalı zarfta bir kâğıt. İmza vermek için gittiği Göçmen İdaresi'nden, üç gün sonra çağrıldığı mülakatın sonucu olarak ellerine tutuşturulmuş dosya.
Müdür, daha kapalı zarfı açmadan, tokat atar gibi söylemiş yüzüne sonucu:
"Olumsuz!"
Telefonun diğer ucundaki ses titrek. Duraksayarak konuşuyor Piya.
"Her Cuma, Göçmen İdaresi Müdürlüğü'ne gidip imza verme günü."
Kurallar böyleymiş. Kesintisiz 5,5 yıldır yapıyor bunu. Öyle ki yıllar önce, sıradan bir memur olan Göçmen İdaresi'ndeki görevli, bir süre sonra müdür olarak çıkıyor karşısına. Daha önceki süklüm püklüm halinden eser kalmamış. Kibirle oturduğu koltuğundan, tafrayla veriyor talimatlarını. Tavırları soğuk, aşağılayıcı. Bir ara Türk vatandaşlığına geçirmeyi önermiş Piya ve Lila'ya. Teşekkür etmiş, nezaketle reddetmişler teklifi. Amaçları başka bir Avrupa ülkesine gitmek. Kabul etmeyince 7 gün içinde İran'a geri göndermekle tehdit etmiş onları.
Yaşadıklarının şokunu hala üzerinden atamamış Piya. Tane tane anlatıyor başlarından geçenleri. Sesinde, kanadı kırılmış bir güvercin ürkekliği.
Elindeki belgede, mülteci başvurusunun olumsuz sonuçlandığı, ülkeyi otuz gün içinde terk etmeleri istenmekte.
Ne tesadüf ki tarih 28 Şubat 2020. Yani, İdlib'de 33 askerin ölümünün ardından Ankara'da yapılan acil güvenlik toplantısının bir gün sonrası. Ve ardından yapılan o malum açıklama:
"İsteyen sığınmacıların sınırlarımızdan çıkabilecek."
Müdür her zamanki gibi kaba ve hoyrat. "Dava açarsanız kazanma şansınız yüzde 1" diyor. "Üstelik kaybedince, 6 bin lira avukat parası ödemek zorunda kalırsınız!" Sonra ekliyor:
"Sınırlar açık, isterseniz gidebilirsiniz!"
Piya neye uğradığını şaşırmış, düşünüyor; önünde otuz günlük bir süre, yıllardır beklediği özgürlüğe açılmış sınırlar…
Giderse, yıllardır beklediği özgürlük; kalırsa ülkesine iade edilecek, dönerse onu bekleyen idam…
Kendini, bir an arafta, sıkışmış hisseder Piya. Ne yapacağını bilemez haldedir. Lila'yla konuşup aynı gün karar verirler: Araftan çıkacaklardır!
Hızla harekete geçerler. Ev sahibi, yakın dostlar, arkadaşlar aranır; yetiştiğince bir vedalaşma faslı. Birkaç bavul eşyayı arkadaşlarına, evi ise içindeki eşyalara dokunmadan öylece geride bırakırlar.
Hiç bir şey umurlarında değildir. Sadece, en değerli şeylerini, "çocuklarını" alacaklardır yanlarına. Onları taşımak için üç tane taşıma çantası tedarik ederler. Hepsi o kadar…
Piya terminale koşar. Dört bilet satın alır. İkisi Esenler Otogarı'na, diğer ikisi ise Esenler'den Edirne'ye...
Gece Samsun'dan hareket eder otobüs. Çocukları Mişa, yolda solunum problemi yaşar. Kucaklarında, içinde kediler olan üç çanta. Lila, hasta çocuğu için yol boyunca ağlar. Bir yandan da, sürekli çantaya nefesini üfler, Mişa'yı rahatlatmaya çalışır.
Sabah 07.00 sularında Esenler Otogarı'na varırlar. Edirne'de Mişa için eczane ararlar, açık eczane bulamazlar. Otogarda birileri, devletin Edirne'ye bedava otobüs koyduğunu, neden bilet aldıklarını sorar onlara. Otobüsleri Edirne'ye 09.00'da hareket eder. Mişa birden toparlar, kendine gelir, sakinleşir. Solunum problemi kendiliğinden geçer. Birlikte rahat bir nefes alırlar.
Edirne'den 200 TL'ye anlaştıkları bir taksi ile 15-20 km mesafede, Meriç Nehri'nin kıyısındaki Doyran Köyü'ne varırlar.
Oradaki bir polis aracından yardım isterler. Ellerindeki pasaport ve çıkış belgesiyle nasıl gidebileceklerini sorarlar. Memur, yan yola girmelerini, orada askerlerin yardımcı olacağını, karşıya geçebileceklerini söyler.
NOT: Okurlarımın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü kutlarım.
Yarın: Saniye saniye ölüm