Evet, yanlış okumadınız. Bu sefer aşktan bahsedeceğim size. Okurlarım sık sık sorarlar; “öykülerinizde, yazılarınızda neden aşka yer yok?” diye. Doğru.
Yazılarım genellikle acının diliyle yüklü, biraz kasvet dolu, biraz yaralayıcı. Bir okurumun sözüydü; “yazıların yüreğimi adeta dilim dilim kesiyor.” Okurun yüreğini dilim dilim kesen yazılarım mı, yoksa hayatın gizli kalmış gerçekliği mi, bilmiyorum. Yaşadığımız coğrafyaya benziyor belki de yazılarım. Belki gereğinden fazla dinliyorum bu dünyanın seslerini, belki yüreğim fazlasıyla hassas.
Ama bu sefer güzel şeylerden bahsetmek istiyorum size. Başka bir kıtadan, başka bir ülkeden yazmak istiyorum; acının, kasvetin, hüznün olmadığı topraklardan. Henüz yaşanmamış aşklardan, berrak akan sulardan, kendi halinde sakin göllerden, uçsuz bucaksız kızılağaç ormanlarından bahsetmek istiyorum… Bilimsel bir kongre için Kanada'nın Toronto şehrindeyiz; 14Th International Congress Neuromuscular Disases. Japonya'dan Çin'e, Rusya'dan, Hindistan ve Türkiye'ye, Amerika Birleşik Devletleri'nden birçok Avrupa ülkesine kadar tüm dünyadan bilim insanlarının katıldığı bir kongre. Farklı dillerden, farklı dinlerden, farklı milletlerden bilim insanları, bugün için tedavisi olmayan kimi hastalıklarla ilgili en son gelişmeleri tartışmak için buradalar. Başka başka kıtalardan, farklı ülkelerden, bambaşka coğrafyalardan gelmişler. En önemli kaygıları bilim üretmek. Kendi alanlarında dünyanın en iyileri bir araya gelmiş, insan soyunun daha sağlıklı gelişmesine katkıda bulunmak üzere eteklerindeki taşları boşaltacak, doğanın insan bedenine zerk ettiği çaresizliği aşmak yönünde ne kadar yol aldıklarını tartışacaklar. Bizse, baharını bile doğru düzgün yaşayamadığımız bir ülkeden geliyoruz. Malum, bu sene, taze sürgünleriyle yeni bir mevsimi müjdeleyen ağaçları bile doya doya seyredemedik. Altlarında, rengârenk çiçeklerle bezenmiş çimenlerin üzerine yorgun bedenlerimizi seremedik. Islak çimen kokularını ciğerlerimize gönül rahatlığıyla çekemedik. Ama şimdi ilk defa olarak acıların, ölümler ve yıkımların, patlama sesleri ve çığlıkların çok uzağında olacağım. Her güne yeni ölümlerle uyanmayacağım. Her an, yeni katliamları avaz avaz bağıran haber ajanslarını dinlemeyeceğim. Ve uzun bir aradan sonra ilk defa acılar ülkesi Anadolu’nun, Mezopotamya’nın, Asya’nın çok uzaklarında huzur içinde olacağım.
Yaklaşık 10 milyon kilometre karelik yüzölçümüyle Kuzey Amerika kıtasının en kuzeyindeki Kanada, Türkiye’nin neredeyse 13 katı büyüklüğünde bir ülke.
Nüfusu ise 35 milyon kişi ile bizim yarımızdan daha az. Kişi başına 44.000$ gelir düzeyiyle, 10 eyaletli, 3 bölgeli bir ülke. Eyaletler, ceza yasaları hariç olmak üzere kendi yasama ve yürütme organları, bayrakları, dilleri, bütçeleriyle büyük oranda özerkler. Buna karşılık, bölgelerin özerkliği daha az. Federal düzeyde ülkenin İngilizce ve Fransızca olarak eşit iki resmi dilinin olması ilginç. Uygulamada, gerekli talep miktarını oluşturan topluluk istediği dilde eğitim almayı sağlayabilmekte. Eyaletler açısından ise resmi çift dili olan yalnızca New Brunswick eyaleti. Kanada’da federal düzeyde kanunlar her iki dilde eşit olarak yazılmakta, parlamentodaki tartışmalar iki dilde yapılabilmekte, keza mahkemelerde yine istenilen dilde işlem görebilmekte.
Toronto deyince akla, CN Tower olarak bilinen o ünlü kulesiyle Kanada’nın en büyük ticaret ve finans merkezi geliyor.
Eleştirilerimi saklı tutmak kaydıyla, çok güzel bir şehir. Bulunduğu eyaletin adını alan Ontorio Gölü’nün hemen kıyısında kurulmuş. Hani şu Zagor çizgi romanlarının vazgeçilmez mekânı Ontorio… Göl dediysem hemen geçmeyelim tabii; ABD ile Kanada arasındaki bu tatlı su denizi, bizim Marmara’nın 1,5 katından daha büyük. Üzerinde dünyaca ünlü Niyagara Şelaleleri’nin de bulunduğu Niyagara Nehri aracılığıyla Erie Gölü’ne bağlanıyor. Niyagara ve çevresi tam bir güzellikler diyarı. Bilimsel oturumlardan arda kalan zamanlarda çevreyi görmeyi tasarlıyoruz. Toronto’dan 300 kilo metre öteden dostlarımız gelecekler. Pazar günü uçağımız hareket etmeden önce Niyagara ve çevresini gezdirmek istiyorlar bize. İki büyük ülke, ABD ve Kanada’yı ayıran şelaleler ne menem bir şeymiş göreceğiz.
Niyagara deyince, Niagara On The Lake’den bahsetmeden olmaz.
Neden mi? İrlandalı ünlü oyun yazarı, Nobel ve Oscar ödülünü alan ilk ve tek sanatçısı Bernard Show’un bir süre yaşadığı yer olmasından dolayı. Adına Kanada’nın en büyük tiyatro festivalinin yapıldığı bu yere arkadaşların, kahve içmek üzere plan yapmış olduklarını duyunca ayrıca sevindim. Bu ünlü yazarın anısına bu kasabada dikilmiş heykel, sosyalizm ve kadın hakları savunucusu yazarı anmak için iyi bir vesile olacak. Toronto çok planlı bir kent. Ticaret ve finans merkezi olarak bilinen Downtown dışında yüksek binalar hemen hemen yok gibi. Şehir geniş bir alana yayılmış durumda. Kongre için konakladığımız otel ise Downtown’un tam merkezinde. İlk anda yüksek gökdelenler, iş yerleri, kompleksler nedeniyle yoğun bir trafik bekliyorum. İlk gün şehrin sakinliğini görünce şaşırıyorum. Yollarda sakince yürüyoruz. Üstelik mesai saati bitiminde. Kalabalık yok. Ne araç trafiğinde kuyruklar, ne de yaya geçitlerine, araçlara, ya da bir yerlere yetişmek için koşan insanlar. Bir birinin üzerine çıkan insanlar hayal bile edilemiyor. Hayat sakin bir huzur içinde akıyor. İnsanlar saygılı. Bir soru sormaya görün, neredeyse size eşlik etmeye hazırlar. Yüzler gülüyor, gözler mutlu bakıyor. Bazen siz istemeseniz bile hissedip yardımcı olmak isteyenlerle bile karşılaşıyorsunuz. İndiğimiz otobüsten, arkamızdan koşarak bir detayı daha paylaşmak isteyen kadın otobüs sürücüsünü düşünüp yadırgıyor insan. Niçin, yollarda yoğun araç ve insan trafiğinin olmadığını bir süre sonra incelediğimiz şehir içi ulaşım haritasından anlıyoruz. Kentin bütün gökdelenlerini, yer altından metro sistemine bağlayan tüneller mevcut. İnsanlar işyerlerinden çıktıklarında, besbelli buraları kullanıyorlar. Gelişmiş metro sistemi, ulaşımın önemli yükünü alıyor. Bunu, eski bir viski fabrikasından dönüştürülme Distillery District’te birlikte yemek yediğimiz Toronto’da yaşayan dostlarımızdan öğreniyoruz; yalnızca iki ay yazı olan kentte kışın soğuklarında işyerlerinden çıkanlar, yeryüzüne hiç uğramadan doğrudan yer altındaki gelişmiş tünel sistemini kullanarak metroya ulaşıyorlar. Metro tek ulaşım aracı değil elbette. Hepimizi şaşırtan, şehrin neredeyse bütün sokaklarından mevcut bir demiryolu ağı var. Tramvaylar kullanıyor bu ağları. Hani şu bizim İstanbul’da 1956 yılında onlarca hatta 270 tramvayla hizmet veren ve 1960 askeri darbesi sonrasında birer birer emekli edilen trenler. Soruyoruz, Toronto’da yaklaşık 100 yıldır kullanımdalar. Üstelik bir ticaret ve finans merkezi olarak planlanmış bir kentte. Üstelik dizi dizi gökdelenlerin hemen kapısının önünden geçiyorlar. Kenti diğer büyük yerleşim bölgeleri ve havalimanlarına bağlayan UP Ekspres Tren hattı ve otobüslerse, ulaşım sistemini rahatlatan taşıma ağının diğer unsurları. Üstelik tamamı engelli erişilebilir bir ulaşım ağı bu. Tıpkı binalar, yollar, kaldırımlar, parklar ve diğer kamusal alanlar gibi…
Bu kadar büyük gökdelenin olduğu kentte yeşil alan hiç yok sanırsınız.
Hâlbuki hiç de öyle değil. Her gökdelenin yakınında yeşil alanlar var. Ama içleri adeta boş. Tek tük insanlar görünüyor. İstanbul’da, İzmir’de olsa böyle yoğun kalabalığın olduğu bir kentte tıklım tıklım olması beklenir. Hayran hayran içinde dolaştığımız bu parklara neden kimsenin rağbet etmediğine anlam veremiyoruz önce. Çok geçmeden anlıyoruz; Toronto’da yaşayanların yeşile, çimene, ağaca, temiz havaya hasretlikleri pek yok. Yaşadıkları her yerde bolca var bunlardan. Şehirlerinde, semtlerinde, evlerinde… Şehrin, hemen karşısındaki Toronto Island Park’a tekneyle geçiyoruz. Adaya çıkınca cennetin burada yaratılmış olduğuna inanıyorum. 12 adadan oluşan bu adalar kompleksinde yapılaşmak yasak. Buna karşın bu büyük adalar silsilesinde yaşayan kimi sakinler de yok değil. Ancak öğreniyorum ki, onlar bu evlerin 99 yıllık kiracıları. Hemen sıraya girmek geçiyor içimden. Çok uzun bir “bekleyenler listesi” olduğunu duyunca, masum bir hevesten ibaret bile olsa bu isteğim, hemen vaz geçiyorum. Adaların arasındaki sularda kuğular, yaban ördekleri ve diğer perde ayaklı kuşlar çeşitli oyunlar oynuyor. Göz alabildiğine yemyeşil çimenler sizi çağırıyor adeta. Koşup uzanmak istiyorsunuz üzerlerine. Baktığınız her şey mutluluk aşılıyor yüzünüze, gülümsüyorsunuz. Yüzmek, balık avlamak, devasa eğlence parkında çocuk olmak, kuğu şeklindeki kanolara binmek, yabanıl ağaçların sarıp sarmaladığı ıssızlıkta kaybolmak, spor yapmak, kitap okumak, koşmak, sevgilinize sarılmak, yüzünüzü gölün serin rüzgârlarına banmak, gözlerinizi kapamak, uyumak… Daha nice nicesini yapmak geçiyor içinizden… Yaşamak istiyorsunuz yani… Doyasıya yaşamak! Hakkınız olduğu gibi yani. Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da doğmuş, büyümüş her insan gibi yani; emek veren, akıl eden, düşünen, üreten herkesin layık olduğu gibi. Tıpkı Ontoriolu bir yerli gibi yani; Pakistanlı bir genç, Suriyeli bir çocuk, Sudanlı bir yaşlı gibi. Yani bu kıtanın gerçek sahibi her yerli gibi; Hataylı bir Arap, Bitlisli bir Ermeni, İzmirli bir Türk veya Diyarbakırlı bir Kürt gibi yani. Ne ondan bir eksik, ne diğerinden bir fazla. Sadece yaşamak! Yaşamak ve mutlu olmak... Toronto Island Park’ın orta yerinde, insanın kanını gevşeten bir serinlik içinde, böyle mutlu yaşamak istiyor insan… Toronto, 7 Temmuz 2016