Yerler halı. Uzun bir koridor. Duvarda, yan yana asılı on bir adet çerçeveli fotoğraf. Bir, iki, üç, dört… Yedincinin önünde duruyor, başını hafifçe çeviriyor, onunla göz göze geliyor…
*
O bir darbeciydi. Silahlı suç örgütün başı… Ülkenin üzerine kâbus gibi çöken vahşet rejiminin sorumlusuydu… Türlü entrikalar, psikolojik savaş yöntemleri, suikastlar, gizli kışkırtmalar… Ükeyi uçurum kenarına sürükleyip sonra darbe yapan çetenin lideri!
650 bin gözaltı, 83 bin siyasi dava, 1 milyon 683 bin fişleme… 348 bin kişiye yurt dışına çıkma yasağı, 14.509 kamuda işten atılma, on binlercesini istifa ettirilmesi, 30 bininin ülkeyi terk etmesi! Yetmedi, 14 bin kişiyi yurttaşlıktan çıkarma, 39 ton kitabın yakılması, 937 filmin yasaklanması, 8 gazetenin kapatılması… 50 idam, 420 işkencede ölüm… Hepsi, 12 Eylül vahşet rejimin ürünleriydi. Ve bütün bu suçlar işlenirken suç örgütünün en başında o vardı!
Çankaya’da, bir köşkte, uzunca bir koridorda asılıydı resmi. Duvarda, yan yana asılı portrelerin yedincisiydi o! O resimdeki dudaklardan dökülen emirlerle yürüyordu bunca zulüm, ölüm ve işkence. Ve aynı portrenin kirli elleri imzalıyordu ölüm fermanlarını.
İşkencenin her türünü denemek onların işiydi; kum torbalarıyla dövülen, hücrelerde kan tükürüp işeyen, İstiklal marşını ezbere okuyamadığında ölümüne dayak yiyen, aç bırakılıp makatlarına coplar sokulan, dışarı dökülen bağırsakları torbalara doldurularak önlerine konulan insanlar hep onların eseriydi! Aklın almayacağı, en vahşi işkence yöntemlerinin uygulandığı Diyarbakır Zindanları’nı dünya işkence tarihine armağan eden zulüm makinesinin yaratıcısıydı o! Abartı yoktu; babalarının önünde kız çocuklarına, çocuklarının önünde annelerine tecavüz ediliyordu; İnsanlar, kafasına çivi çakılarak öldürülüyor, 'bambulu oda' larda çırılçıplak soyularak işkenceye tabii tutuluyorlardı. Falakalarda, ayak tabanları, el ayaları patlatılıyor, kaba yerleri eziliyor, tırnakları sökülerek çırılçıplak soyulan tutukluların üzerine kurt köpekleri salınıyordu. Bütün bunlar yapılırken hemen silahlı çetenin lideri, her gün televizyonlara çıkıp, güç ve kudret gösterisinde bulunmaktan geri kalmıyordu!
Çankaya'da bir darbecinin portresiydi o... Hala orada, o duvarda asılıydı resmi! Ve hala kanlı gözleriyle izliyordu olup bitenleri…
Kelimenin tam anlamıyla “katil” di! Ünlü, “asmayıp da besleyelim mi” deyişi ona aitti. Eşit olsun diye “bir ordan, bir burdan astık” diyen de yine oydu. Eline geçirdiği devlet aygıtıyla ülkenin anasını ağlatan da o! Sendikalara kıyan, grev yapmayı olanaksız hale getiren yasalar onun yasalarıydı. İnsanlık dışı taşeron sistemini ülkenin başına bela eden ve nice Soma’lar yaratan kanunlar onun anayasasından alıyordu kudretini. Üniversitelerde, onun getirdiği YÖK eliyle okunurken bilimin canına, siyaset onun imzaladığı yasalarıyla zapt-ı rapt altına alınıyordu. Ve sonradan gelen siyasetçiler hep gönül rahatlığıyla oturuyordu onun yaptığı yasalarının üzerine. İlkokullarda, zorunlu din dersinin mimarı, çok şükür yine oydu. Kadim halkımızın varlığını, “kırt” diye resmi tarihe geçirmek yine ondan başkasının marifeti olmayacaktı...
Çok başarılıydı! Bu yüzden okullara, caddelere, sokaklara kendi adının verilmesini gururlanarak kabul ve teşvik etti. Sonradan gelenler hep onu örnek aldı, onun izinden gittiler; parklara, spor tesislerine, üniversitelere kendi adlarını koyarak doyurdular nefislerini. Bugün bile hala sokaklarda bir katilin izi var. Köşe başlarında, her an bir katille karşılaşmak mümkün. Çocuklar, hala bir katilin adını okuyarak giriyorlar her gün okullarına. Olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda, bir tabelada karşımıza çıkıveriyor aynı katilin adı. Hala bir katilin adıyla anılıyor caddeler, parklar, bahçeler…
Çankaya’da bir köşk. Yerde kırmızı halı, uzun bir koridor, duvarlarında çerçeveli fotoğraflar. Bir, iki, üç, dört… Yedinci sırada bir katilin portresi! 12 Eylül 1980 sabahı, silahlı bir suç örgütüyle meclisin kapısına dayanan, seçimle işbaşına gelmiş hükümeti devirip tüm partileri kapatan, liderlerini hapse attıran bir çetenin lideri! Sonradan, el koyduğu devlet aygıtının gücünü kullanarak kendini %92 oyla cumhurun başı seçtiren haydut; çerçeveli resmini Çankaya’da bir köşkün, kırmızı halılı koridorunun duvarında 7.sıraya astıran zat! Kenan Evren’in portresi…
Şimdi, cumhurun yeni başı yürüyor. İçi rahat mı, değil mi belirsiz! Ama kalbinde bir yük; darbeyle, hileyle, şerle zindanlara tıkılıp yıllarca orada unutulanların yükü; aydınların, sanatçıların, yazarların; suçsuzların ve günahsızların yükü! Tarihe kanla yazılmış toplu kıyımların; Maraşların, Çorumların, Sivasların; sene 1977’de 1 Mayısların, Sivas’ta Madımakların, Diyarbakır’da Lice, daha nice katliamların yükü…
Cumhurun yeni başı Çankaya Köşkü’ne doğru ağır ağır yürüyor. 12 Eylül 1980’de, on yedisinde, yağlı bir urganın ucunda sallanan bir çocuğun yüküyle yürüyor! Gözaltında kaybedilen, işkence edilen, öldürülen, idam edilen binlerce, on binlerce apak yüzlü gencin, kadının, delikanlının yüküyle… Yakılan, yıkılan, boşaltılan binlerce köyün, sayısı belirsiz faili meçhullerin, her cumartesi Galatasaray’da ağıtları arşa yükselen çaresiz annelerin yükü…
Çankaya’da, kırmızı halıda, bir koltuğa doğru yürüyor. Göğsünde ağır bir yük; Roboski'de uçaklarla, bombalarla, oyalamalarla parça parça edilenlerin yükü; Gezi'de ölen canların, hunharca gözü oyulanların, Berkin Elvan'ların; ayağında delik, sırtında kurşun, kaldırımda yüzüstü yatan Hrant’ın yüküyle yürüyor…
Ağır adımlarla ilerliyor. Yürüdükçe kalbindeki yük büyüyor. Çankaya’da, kırmızı bir halının üzerinden, bir duvarda asılı darbecinin portresinin önünden geçiyor. Eski bir alışkanlık belki, başını çeviriyor, gözleri, darbecinin kanlı gözleriyle buluşuyor, minnetle eğiliyor, selamını veriyor…
Adımlarını giderek açıyor. Tıpkı diğerleri gibi, darbecilerin yanındaki gösterişli yerini almak üzere sabırsızlanıyor. Bakışlarında donukluk, kalbinde hafif ağrı; bir elini göğsüne götürüyor. Belki bu yük ağır, taşıyamayacağı kadar ağır. Kim bilir şimdiden başlamıştır, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprünün sorgusu. Ortadoğu’da vahşet, Gezi’de cinayet, camilerde vaaz, ayakkabı sesleri; zehir, destan, ölüm, Kabataş’ta bir bacıya zulüm! Damla damla su, senet senet ihale; vakıf, baraj, akmayan dereler; Loç Vadisi, Solaklı, Gerze, Tortum! Belki bir suçluluk duygusu, belki de sonun başlangıcı, belki de başka bir dünyanın ahiret korkusu...
Çankaya’da bir darbecinin portresi! Kırmızı halı. Uzunca koridor…