"Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinden öte bir devrimciyim.”
Sene 2005, aylardan Haziran.
Ayın 25. günüdür.
Biliriz ki “Haziran’da ölmek zordur.”
Bir gün sonra Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde hava buruktur.
Caddeden aşağıya doğru inenler, kulaklarına çalınan içli bir müziğin ezgilerini duymaktadırlar.
Olağan bir şeydir bu.
Çünkü bilenler bilir. O yıllarda İstiklal Caddesi'nin kimi dükkânlarında müzikler çalar. Birbirinden farklı müziklerdir bunlar; özgün, rock, protest, klasik, sanat müziği ezgileri cadde boyunca yayılır.
Fakat o gün şaşırtıcı bir şey vardır.
Caddede yürüyenler hep aynı müziği duymaktadırlar.
Bütün dükkânlardan, kafelerden, mağazalardan hep aynı müziğin ezgileri yayılmaktadır. Bütün iş yerleri sanki sözleşmiş gibi hep aynı müziği çalmaktadır.
* * *
Yamaçtaki çay bahçesinin içinde kaybolmuş gibiydi. Yokuşu koşarak tırmandı. Merdivenleri bir çırpıda tüketti. İkinci kata vardığında soluk soluğa kalmıştı. Ayakkabılarını çıkararak sessizce içeri süzüldü. Küçük, çelimsiz vücuduyla, evin salonunda, yere oturmuş kalabalığı arasına sığmakta zorlanmadı.
Yere diz çöktü, elini çenesine koydu. Gözlerini, salonun öbür başındaki sandalyeye oturmuş adama dikti. Çok geçmeden, adamın kemençesinden odaya yayılan ezgilerin büyülü sarhoşluğuna bırakmıştı bile kendini.
Kemençeci Yaşar’dı o. Arhavi’den gelmişti. Köylüleri kıramamış, yatıya kaldığı evde dillere destan hünerini, kemençesinden çıkan Lazca ezgiler eşliğinde odadakilere armağan ediyordu.
Çocuk aklıyla ruhunun kesiştiği, en sevdiği anlardan biriydi bu. Hiç kaçırmazdı. Kemençeci Yaşar’ın köylerine geldiğini duymuş, koşarak gelmişti.
* * *
Çocuk büyüdü.
Uzun süre kemençesi olmadı ama amcasının Almanya’dan getirdiği gitarı ile babasının aldığı mandolini vardı. Onları elinden hiç düşürmedi.
Babasının gönderdiği mandolin kursunda, arkadaşları “mini mini kuşları çalarken o, eve dönüp başka şeyler” çalıyordu.
Lakin yaşadığı topraklarda sevmek, tehlikeli bir serüvendi, bunu ise bilmiyordu. Henüz 9 yaşındayken 12 Eylül 1980 darbesinin gadrine uğrayan babasının kelepçeyle götürülüşüne çocuk gözleriyle tanık oldu.
Ne, “büyük şehir” dediği Hopa, ne de onun Pançol Köyü, düşlerini sığdıracak gibi değildi.
Çok geçmeden ona, düşlerinin peşi sıra yola koyulmak düşecektir.
Babadan kalma adalet, eşitlik ve isyanla karışık sevme tutkusu, 1989 yılında, 17 yaşında İstanbul’a gittiğinde daha esaslı bir tutkuya dönüşür. Ve İstanbul’u sever. Her türlü kötülüğüne, kirlenmişliğine ve sertliğine rağmen sever. 1992’de Tarlabaşı’na yerleşir.
Bu şehirde “dünyadaki en önemli değer” diye gördüğü emeği keşfeder. Bundan sonra, hayatı boyunca yoksulların, emekçilerin, ötekilerin dünyasında kalmayı tercih edecektir.
Ruhundaki asilik onu, birinci sınıftan sonra üniversiteyi bırakarak müziğin kollarına savurur. Özgün, protest, rock müzikle uğraşır. Seslerin, notaların ve ezgilerin deryasında, Lazca olan kendi dilinde akmaya başlar. Müziğin büyüleyici melodileri onu, giderek kendi köklerine doğru çekmekte gecikmeyecektir. Zamanla Karadeniz’in farklı renklerini keşfeder. Ezgilerine, Lazca’nın yanı sıra Gürcüce, Hemşince, Megrelce şarkılar katılır. Bunlara ise kemençe, tulum, kaval gibi otantik çalgılarla, gitar, davul gibi enstrümanlar eşlik edecektir.
“Bir çocuğun ormanında yürümek” gibidir artık hayatı. Birçok müzik grubunda yer alır, bazılarını bizzat kurar. Birlikte ya da tek başına birçok albüm çıkartırlar. Asla popüler olma derdi yoktur. Tiyatro ve dizi müzikleri yapar. Emeğini ve ezgilerini daima dışlanmışların dünyasına adamaya gayret eder.
Ülkesinin damarlarından deli dolu, asi, hırçın bir nehir gibi akar. Yurt içinde ve yurt dışında salonları, meydanları doldurur; binlere, on binlere konserler verir…
* * *
Adı Kazım Koyuncu’ydu onun.
Hırçın bir deniz gibiydi ruhu. En az Karadeniz kadar asi, bir o kadar dalgalı, isyankâr.
Doğru bildiği her şeyi, çok zorlansa dahi hep yapmaya çalıştı. Yurt dışı konserleri sırasında şiddetli öksürüyordu. Arkadaşlarının ısrarı üzerine hastaneye gitti. 2004’ün son aylarıydı, kanser olduğunu öğrendi.
Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylüyordu.
Durur mu? Karadeniz’in asi çocuğu değil miydi o? Bir devrimciydi. Gözünü açtığında, hayat denilen bir kavganın içinde bulmuştu kendini, bir kavganın içinde yürüyordu.
Aldırmadı. Konserler vermeye devam etti.
Haziran’da ölmek zordu, öyle demişti şair. Lakin olursa eğer, hüzünlüydü de.
Nitekim öyle de oldu.
25 Haziran 2005’te 33 yaşında kansere yenik düştü.
Bir gün sonra ölüm haberi duyulduğunda, İstiklal Caddesi hüzün doluydu. Bütün dükkânlardan; kitapçılardan, kafelerden, barlardan, restoranlardan aynı müziğin ezgileri yayılıyordu. Tüm esnaf adeta sözleşmiş gibiydi. İstiklal Caddesi Didou Nana’yı çalıyor, ince, yanık bir ses tüm caddeyi boydan boya kat ediyordu.
Şarkıyı söyleyen Kazım Koyuncu’ydu.
Hırçın dalgaları olan denizlerin, hırçın akan derelerin, hırçın bakan dağların çocuğuydu o. Kanser denen illetle amansız bir bilek güreşine girişmiş, dünyanın en büyük çevre felaketlerinden biri olan Çernobil’e şarkılarıyla meydan okumuştu.
Bu dünyanın halklarına; dağlarına, derelerine, denizlerine armağan edeceği daha nice şarkıları varken genç yaşta aramızdan ayrıldı.
"Ben bir müzisyenim,” diyordu bir röportajında, “ondan sonra biraz Karadenizliyim…”
“ama” diye ekliyordu… “hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.”
Evet, bir devrimciydi o.
Yıldızların altında hep “başka” şarkılar söyledi, hırçın bir nehir gibi aktı, bir fırtına gibi esti.
Bir devrimci gibi dolu dolu, seve seve yaşadı hayatı. Tıpkı Karadeniz kadar asiydi, ayakta öldü.
(*) Video kaydı, Ümit Kıvanç’ın “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” isimli halen D&R’larda mevcut olan belgeselinde yer almaktadır. Kayıt, 1999 yılında Zürih’indeki 10 bin kişinin katıldığı bir konsere aittir. Konserde Kazım koyuncu Lazca, Fırat Başkale Kürtçe, Yelda Emek ise Arapça söylemektedir.