Sesi ağlamaklıydı:
“Dün gece internet üzerinden görüntülü olarak görüşmüştük. Ne kadar da iyiydi; güldük şakalaştık, espriler yaptık.”
“Memleketimi özledim be Sebahattin,” dedi bana. “Taşını, toprağını, börtüsünü, böceğini; her şeyini özledim! İşportacısını, ırgatını, köylüsünü… “Var ya,” dedi, Karaköy'de bir hamalın sırtından akan terini bile özledim.”
Ağlamaklı çıkan sesi, derin iç çekmeleriyle birlikte hıçkırıklara dönüşmüştü bile. Koca adam, telefonda hüngür hüngür ağlıyordu…
* * *
Arayan İstanbul’dan hekim dostum Sebahattin'di. Bir gün önce, internet üzerinden görüştüğü sevgili dostu, arkadaşı, yoldaşı Ahmet Kaya'nın ölüm haberine ağlıyordu. Ağrısı büyüktü. Yüreği dağlanmış, tarifsiz bir acıyla yanıyordu. Belki birkaç kadeh almış, paylaşmak istiyordu. Ve o kocaman adam, telefonun öbür ucunda, küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
O cesur, o memleket sevdalısı, o yufka yürekli insan, otuz yıl yoksulluğunu çektiği yurdundan uzakta, yaban ellerde, o kocaman gövdesiyle bir gece ansızın yığılıp kalmıştı. “Hoşçakalın Gözüm” adlı albümünün kayıtlarını yaparken Ahmet Kaya ölmüştü!
Ahmet Kaya bir şarkısında şöyle diyordu;
“başım belada adamın biri vurulmuş sokakta cebimde adresim bulunmuş, başım belada”
Şarkısında dediği gibi, başından bela eksik olmaz Ahmet Kaya’nın. Söylediği şarkılar için davalar açılır, şarkı sözlerinde, satır aralarında terörün izi aranır, şiirlerinin sözlerini değiştirdiği için mahkeme mahkeme dolaşır.
Bir şarkı sözü için yargılanır, kaset yasaklanır. Sonra sakıncasız olduğu mahkemece karara bağlanır. 450 adet satan kaset, bu sefer beş gün içinde 450 bin adet satar. Ardından konserler başlar, salonlar, stadyumlar dolar taşar.
12 Eylül darbesinin karanlığına sazıyla, sözüyle, şarkılarıyla adeta meydan okumuştur. Kimsenin cesaret edemediği yıllarda, özgürlük ve demokrasi şarkılarını dillendirir. Yeni şarkılarını, yeni konserler; onları da yeni yasaklar takip eder. Hakkında sayısız dava açılır.
O ise asla yılmaz. Gelen tehditlere aldırmaz. Gözaltına alınır, bırakılır; hapse girer, çıkar. O da Yılmaz Güney gibidir; Anadolu’nun bağrından kopmuş, gelmiştir. Bir rüzgâr gibi esmiş, fırtına gibi büyümüş, doğru bildiği yolda adeta vuruşa vuruşa yürümüştür.
Bütün ülke onu tanımaktadır artık. O bir müzisyen, şarkılarını sırtına yükleyip dağa çıkan bir eşkıya, adını Ali koyduğu muhabbet kuşu kaçtığında, ardından 24 saat ağladıktan sonra “Ali Gitti” diye bir türkü besteleyen yufka yürekli bir hayvan sever, her görüşten milyonlarca insanın sevgilisidir.
Tarih 10 Şubat 1999, İstanbul.
Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesi. Yılın en iyi 10 müzik yıldızı yarışmasının ödül töreni. Sahnede Ahmet Kaya vardır. Önceden, ödül aldığı söylenerek geceye davet edilmiştir. Aslında, resmi toplantıları, protokolleri, ödül törenlerini sevmez o. Oraya da isteyerek gelmemiştir. Eşinin ısrarıyla takım elbisesini giymiş, geceye katılmıştır.
İsmi anons edildiğinde sahneye çıkar, alkışlanır, yılın en iyi sanatçısı ödülünü havaya kaldırır.
"Bu ödülü İnsan Hakları Derneği adına, bu ödülü Cumartesi Anneleri adına, bu ödülü magazine emek veren tüm insanlar adına, bu ödülü bütün Türkiye halkı adına alıyorum" der.
Bir şey daha der Ahmet Kaya; “Kürt” der!
Evet, evet, “Kürt” der, “Kürtçe bir klip” der, “Kürtçe bir şarkı yapıyorum” der…
Başka bir şey demez, diyemez! Niye diyemez?
Mermer parçalanır, mozaik dağılır, et tırnaktan ayrılır!
Çünkü o lanetli (!) söz çıkar Ahmet Kaya’nın ağzından.
O lanetli söz çıkar ve ne olursa, işte bundan sonra olur.
Mermer parçalanır, mozaik dağılır, et tırnaktan ayrılır!
Kalabalığın içindeki yüzler birden bire düşer; kaşlar öfkeyle çatılır, salonun her köşesinden karanlık bakışlar peydahlanır.
Az önce ödül verdikleri, ayakta alkışladıkları, yılın en iyi sanatçısı ilan ettikleri adamın dudaklarından çıkan tek bir sözcüğe dairdir öfkeleri… Statüsü olmayan bir sözcüğe dair; sadece bir "Kürt" sözcüğüne dair…
Maslak’ta o gece karanlık ve ağırdır. Gecede günahkâr bir geçmişin geleceğe olan tahammülsüzlüğü vardır; kokuşmuş, zavallı, sinsi bir inkârın görünmeyen yüzü vardır.
İşte bu yüzden, o lanetli (!) sözcüğe, “Kürt” sözcüğüne karşı, hep beraber, kutsal bir mutabakattaymış gibi kenetlenirler.
Sanki etle tırnak gibi değil, sanki bütün bir mozaik gibi değil, ezeli bir düşmana bakar gibi bakarlar!
Sanki hiçbir zaman, hiçbir surette, sanki hiçbir şeyden duymadıkları kadar büyük bir nefretle bakarlar!
O gece orada olanlar. O gece, ülkenin utanç tarihine yeni bir sayfa eklemek üzere, histerik nefret çığlıklarıyla birbiriyle yarış edenler.
Sonradan çoğu inkâr etti orada olduğunu. Kiminin o geceye hiç gelmediğini, kiminin erken ayrıldığını, kiminin tuvalette olduğunu öğrendik.
Hâlbuki hepsi oradaydılar!
Yalancısı, ikiyüzlüsü, sinsisi. sünepesi, çıkarıcısı, biat edeni, korkağı…
Hepsi bir aradaydılar!
Şöhretlisi, seçkini, çanak yalancısı, çıkarcısı, düzenbazı, ırkçısı, kafatasçısı…
Sonraki günlerde manşet manşet büyüdü yalanlar. Mahkemeler Ahmet Kaya avına çıktılar, ajanslar linç için iştahla birbiriyle yarıştılar…
Anlaşıldı ki, sadece Kürt'ün adınaydı bunca nefret, sadece Kürt’e karşıydı bu kin, bu husumet.
Ne tuhaftır ki o gece, ruhları kırık dökük bir sistemin çarkları tarafından kirletilmiş, beyinleri darbecilikle yıkanmış salon dolusu bir güruh Ahmet Kaya’yı linç ederken onu savunan, sadece birkaç dostuyla, bedenlerini çatal bıçak yağmuruna siper eden Kürt garsonlar olmuştu.
14 Şubat 1999 tarihli Hürriyet’in manşetinde, Ayıp ettin ‘gözüm’ vardı. Ahmet Kaya, Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan haritasının önünde şarkı söylerken resmedilmişti.
Sonradan fotoğrafın fotoshop olduğu anlaşılacaktı. Ardından medyamızın medar-ı iftiharlarından Ertuğrul Özkök ‘Güzel Magazinciler, Çirkin Adamlar’ diye bir yazı yazacaktı... Yazıda şöyle diyecekti Özkök: “O gecede her şey çok güzeldi. Bunların içinde bir tek çirkin adam vardı. O da Ahmet Kaya idi”...
Mademki Kürt’ün adı geçmişti bir cümlede, mademki Kürt’e dokunmuştu dil, bir darbede Bekir Coşkun’dan gelmeliydi.
14 Şubat günü Bekir Coşkun “Ben zaten Ahmet Kaya’yı sevmem. Böyle bir gecede kovulması umurumda değil. Bir sanatçı bölücülük yapıyorsa, halkına kötü mesaj veriyorsa elbette kovulur” diye yazacaktı köşesinde.
Adı linçti bunun. İlkel, habis bir nefretten almıştı kaynağını. Mademki Kürt’ü anımsatmıştı bir söz, Fatih Altaylı’da geri kalmamalıydı.
16 Şubat’ta şöyle yazacaktı: “Kültürsüz, ne dediğini bilmez, cahil ve basit adamsın Ahmet. Bu Ahmet’e “İdeoloji nedir?” diye sorsan “Yenir mi?” yanıtını verir”
Ana akım medyanın amiral gemisi olarak bilinen Hürriyet’in başyazarı Oktay Ekşi ‘ye gelince. “Bir densiz…” diye atacaktı, on yıllardır kurulduğu köşesine başlığını. Koşarak yerini alacağı linçte, “Adını anmayı bile bu sütun için bir zul saydığı” Ahmet Kaya’dan “bu yaratık” diye bahsetmekten geri kalmayacaktı.
Ahmet Kaya. Ülkesinde kışlalardan karakollara, liselerden üniversitelere, okullardan sokaklara kadar halka mal olmuş bir sanatçı…
Saklısı yoktu, hiçbir zaman eğilip bükülmedi. Takiyye yapmak aklından bile geçmedi. Saklanmadı. Açıktı, yürekliydi, mertti. Ne söylediyse, dostun da, düşmanın da yüzüne karşı söyledi.
Yüreği dağlar gibiydi; kocaman, geniş, aydınlık ve ferah. Özgür, deli dolu bir ruhu vardı. Ezgilerinde, dağların doruklarındaki hırçın rüzgârlara nispet edercesine seslendi.
Bağlamasını çalarken, yüreği hep ağlar gibiydi; ödül vermek için çağrıldığı geceden linç edilerek sürgüne gönderildiği bu toprakları yurt eyleyen Kürt’ün, Ermeni’nin, Türk’ün özgürlük ve demokrasi özlemi için söyledi şarkılarını!
Nasıl ki Yılmaz Güney, sinemanın Nazım Hikmet 'iyse, Ahmet Kaya'da müziğin Yılmaz Güney'iydi.
O da en az Nazım Hikmet kadar memleketine sevdalı, Yılmaz Güney kadar halkına düşkündü; bütün ötekilerin dostu; bazen haşarı, yaramaz çocuk, iyi bir hayvan sever, çokça devrimci, biraz da komünistti.
Ölüm, onu da diğerlerinden ayırmadı. Sürgünde, derin bir memleket hasretliği içinde yakaladı. Kırk üç yaşında, arkasında yanık bir ülke bırakarak gitti.
Uçurtmam Tellere Takıldı, (2010), Ümit Kıvanç: