Günlerden 20 Mayıs’tı. Çocuğunu görecekti. Uzun bir yoldan gelmiş, yorulmuştu.
Üçüncü gelişiydi, bu sefer görecekti, kesindi. Öyle yazmıştı oğlu. Bekleme salonundaki memur da söylemişti bunu, kısa kollu, mavi gömlekli üsteğmen de. Başını sallayarak onaylamıştı yanındaki. Ve hatta, onu götüren şoför bile bu sefer tamam demişti.
İçinde, oğluna duyduğu hasret duygusu önce ılık ılık aktı yüreğine, sonra göz bebeklerine hücum etti, billur bir ay ışığı gibi parladı.
“Bekle” dedi, içerden çıkan görevli.
Ayağa kalkmıştı, oturdu, bekledi. Olsun, ne olurdu ki, ne kadar uzun bir yoldan gelmişti, nicedir beklemişti, biraz daha bekleyebilirdi. Az sonra nefesi nefesine değecekti oğlunun. Bir çınar gibi kollarıyla onu saracak, yorgun, terli gövdesiyle kucaklayacak; öpecek, sarılacak, koklayacaktı. Oğlunun istediği mektup cebinde, diğer eşyalar çıkınındaydı.
Kapı açıldı. Biri takım elbiseli, diğer ikisi haki renkler içinde, omzu pırpırlı üç kişi göründü. Bir adım ileri çıktı paşa;
“Oğlun öldü!” dedi…
* * *
Adı İbrahim’di. 1973 yılı, 20 Mayıs’ıydı. Günlerden Pazardı. Mayıs ayı hep kanamalıydı.
Diyarbakır, Ergani çıkışındaki Sıkıyönetim Komutanlığı binasının zemin katında, soldaki odalardan biridir.
İçindeki herkesin, her şeyin sus pus olduğu, duvarları taştan bu binanın griye boyanmış kapısı önünde bekleyen, aylardır özlemini duyduğu oğluna kavuşmuş olmanın sevinci yerine, onun ölüm haberini taşıyacak olan bir babanın yüreğidir.
Ayakta, yüreğinden vurulmuş gibi, öylece donakalan, dokuz gün önce mektup yazarak savunmasında kullanacağı bir bildiri metni ile birkaç parça eşya getirmesini isteyen İbrahim Kaypakkaya’nın babasıdır bu.
Oğlunun ölüm haberinin küfreder gibi yüzüne söyleyense 12 Mart darbecilerinin sıkıyönetim paşası Tuğgeneral Şükrü Olcay’dan başkası değildir.
Bir anda binanın bütün taşları parçalanır, kapılar kıymık kıymık olur, camlar, çerçeveler dağılır, saplanır gibi olur yüreğine;
“Nettiniz ki öldü?” der baba, “daha dokuz gün önce mektup yazıp beni çağırmıştı!”
“Onu siz öldürdünüz!” diye bağırır arkasından.
* * *
Bir çift öküz, bir inek, birkaç koyun. Bir de iki öküze yetecek kadar arazi. İşte bütün servetleri buydu. Çorum’un Alaca ilçesi, Karakaya Köyü’nde koyun güttü, çobanlık yaptı, çapa salladı. Bunları yapmadığı günlerde tarlada annesine ekmek götürdü.
Köylerinde okul yoktu. Oysa ailesi okusun istiyordu. İki saat uzaklıktaki başka bir köye gönderdiler onu. İki yıl bu köyde okudu. Orada şartlar zorlaşınca, 3.sınıfa Ortaköy’de, son iki sınıfa Alacahöyük’te devam etti.
Sınavlarını kazanarak Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na girdi. Parlak bir öğrenciydi.
Ailesi okuması için varını yoğunu seferber etti. Hasanoğlu’ndaki başarısı onun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na aday gösterilmesine neden oldu. Sınavlara girdi, kazandı.
Adı İbrahim’di…
* * *
Yalansız, hilesiz, dürüst insanlara saygısı daima büyüktü. Mazluma hep şefkatliydi. Okumaya, araştırmaya, kuşku duymaya yatkındı. O yıllardaki okuma, araştırma merakı, sıkı bir Menderesçi olan babasını, kısa sürede Halk Partili yapmaya yetmişti bile.
Okuldan kalan zamanlarda tarla sürdü, tırpan salladı, bol bol kitap okudu.
Yazdığı Yeşili Sevmiyorum başlıklı kompozisyon, öğretmeni tarafından “Sen kızılı mı seviyorsun?” diye suçlanmasına neden olacak, çok geçmeden Fikir Kulüpleri Federasyonu’yla yolu çakışacaktı.
Onun, dünya ve memleket sorunları üzerine düşündüğü yıllar, işte bu yıllar olur.
1967’de Çapa’daki ilk yılında, arkadaşlarıyla birlikte Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Çapa şubesini kurar, Türkiye İşi Partisi’ne kaydolur. Şehirdeki gençlik çalışmalarının içinde yer alır, NATO ve ABD’nin 6.Filo protesto eylemlerine, işçi yürüyüşlerine katılır, âşıklar gecesi düzenler. Yazdığı bildiri sonucu komünist suçlamalarına maruz kalır. 1973 yılında yakalandığında tüm bunlardan dolayı suçlanacaktır.
Adı İbrahim’dir.
* * *
Trakya’da, toprakları büyük çiftlik sahiplerince ellerinden alınan topraksız köylülerin hak mücadelesinde köylülerin yanındadır. İstanbul’da birçok fabrikada, işçilerin grev ve direnişlerine destek olur, üniversite mücadelesine katılır, gösteri ve yürüyüşlerde, 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşünde yer alır. Nerde bir hak arama mücadelesi, nerede bir işçi direnişi, nerede mazlum hareketi varsa oraya koşar.
Topraksız köylülerin mücadelesiyle ilgili yazdığı bir gazete yazısı yüzünden yurttan atılır, yatılılığı kaldırılır. Polis zoruyla çıkarılır yurttan. Danıştay’a dava açarlar, kazanırlar. Ancak yürütmeyi durdurma kararı uygulanmaz! Bunun üzerine tazminat davası açarlar. Ancak, avukata verecek paraları yoktur, davayı takip edemezler.
12 Mart darbesi yapıldığında, Ankara, Adakale’de öğrencilerin çıkardığı bir gazetede yazılar yazmaktadır. Cuntanın estirdiği zifiri karanlık fırtınada herkes bir tarafa dağılır.
Çorum’un Alaca ilçesi, Karakaya Köyü’nün öğrenciler piknik yaparlarken yere gömülü üç bavul bulmuşlardır. İçinde Türkiye’nin bölge bölge haritaları, sanayi atlasları, tarım istatistikleri yanı sıra, halkı ve işçileri sömürenler, bunu nasıl yaptıkları üzerine kitaplar, notlar çıkar. Bavulun sahibi, piknikteki öğrencilerden birinin abisidir.
Adı İbrahim’dir…
* * *
Ülkenin mevcut anayasasını çiğnemiş, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı silah zoruyla, tehditle, şantajla gasp etmiş; bilim insanlarını, akademisyenleri, gazeteci ve sendikacılarını tutuklamış, çoğuna işkenceler etmiş bir suç örgütü ülkenin başına tebelleş olmuştur. Bir baskı, korku, zulüm fırtınası esmektedir.
Ülkenin tam bağımsızlığı, vatanın kutsallığı, halkların kardeşliği için yürekleri kıpır kıpır gençler kendilerince eylemlere girişirler. Adalet, eşitlik, özgürlük için yürekleri atan ülkenin pırıl pırıl gençleridir hepsi. Kimi şehirlerde kalır, kimi kırsala çekilir… Kimi öldürülür, hapislere atılır, idam edilir…
1973 yılı.
Orta Anadolu’da bir köy evi. Evin cansız ışıkları altında konuklar oturmaktadır. Ev sahibi içeri girdiğinde bu davetsiz köylü kalabalığının varlığına anlam veremez.
Soramaz da. Oturur, sohbet ederler. Haber saati geldiğinde ev sahibi, radyoyu açıp ajans dinleyelim der, konuklar açtırmazlar.
Bir süre daha devam ederler sohbete. Bir ağırlık vardır odada, hummalı bir ağırlık. Sıkıntı basar ev sahibini. Saat dokuzda, bu sefer sormadan davranır radyoya, açar. Ajans özetleri verilmektedir. Tunceli kırsalında bir teröristin ölü, diğerinin de yaralı olarak ele geçirildiği söylenir. Ev başına yıkılmış gibi olur. Birkaç tur atar odada.
Dili tutulmuş gibidir. Duraksamadan, konuşmadan döner, durur.
Yaralı ele geçen oğludur.
Adı İbrahim’dir.
* * *
Baba, yaralı oğlunu görmek için hemen yollara düşer. İşinden rapor alır, Diyarbakır’a gider. Çalmadığı kapı kalmaz. Ancak oğluyla görüştürmezler. Nerede olduğunu bile söylemezler.
Memleketine döndükten bir süre sonra oğlundan mektup alır. Elbise, iç çamaşırı, havlu ve ayakkabı istemektedir. Bir de saat… Mektupta kaldığı yeri bile yazmıştır.
Tekrar Diyarbakır’a gider, oğlunun kaldığı yere. Ancak bütün kapılar yüzüne kapanır, görüştürmezler. Üstelik hakaret ederler; allahsız, kitapsız olmakla, dinsizlikle suçlarlar.
Çünkü Alevi’dir, içerdeki oğludur, canının için, göz bebeğidir.
Adıysa İbrahim’dir.
* * *
Baba Kaypakkaya, 11 Mayıs’ta oğlundan bir mektup daha alır.
“Soruşturmam bitti, artık gelebilirsin, görüşebiliriz” diye yazar mektubunda. Bir de savunmasında kullanılmak üzere bir belge istemektedir.
Üçüncü kez Diyarbakır’dadır. Dağkapı’dan Mardinkapı’ya doğru yürürken heyecanlıdır.
Gide gele aşina olmuştur artık yüzlere. Bu sefer görecektir onu. Cebinde, oğlunun savunmasında kullanacağı belge, elinde bir türlü oğluna ulaştıramadığı çıkın. Hep aynı yüzlerle muhatap olur; aynı asık yüzlü subay, belinde tabancasıyla kısa kollu yarbay, aynı memurlar, aynı Merzifonlu üsteğmen.
Hiçbiri konuşmaz bu sefer.
Bir jipe bindirirler onu, hareket ederler. Yol boyunca şoför hiç konuşmaz. Jip mütemadiyen hareket etmektedir, lakin motor susmuş gibidir. Ergani çıkışına yönelirler, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın binasına gelirler.
Önünde durdukları o kocaman bina, hiç konuşmadan içeri süzüldükleri dar, uzun salon, salonun beyaz duvarları, her seferinde gıcırtıyla öten kapılar, hepsi bir suskunluk içindedir.
Orada, o gri kapının önünde oğlunu bekler. Kapı açıldığında gözüken üç kişiden birinin omzu kalabalıktır, paşadır, yalnızca o konuşur:
“Oğlun öldü” der, “intihar etti.”
* * *
Halbuki intihar etmemiştir oğlu.
24 Ocak 1973'de Dersim'in, Vartinik Köyü, Mirik mezrasında kaldığı yer basılmış, arkadaşı Ali Haydar Yıldız öldürülmüş, kendisi yaralı olarak kurtulmuştur. İki-üç gün bir mağarada kalmış, çok kan kaybetmesi üzerine yakındaki bir köye inmiş, onu konuk eden ev sahibinin ihbarıyla yakalanarak, yaralı halde karda, buzda yürütülmesi sonucu ayakları donmuş ve hastanede, biri hariç bütün parmakları kendinden izin almaksızın uyutularak kesilmiştir. İyileştikten sonra dört ay boyunca işkence yapılmış, konuşmamıştır. En son 16 Mayıs günü, bitişik hücrede kalan Siverekli bir kadın tarafından işkence götürülürken görülmüştür...
Omuzlarında, dünyanın bütün ağırlığını taşımaktadır şimdi. Morga oğlunu almaya gider.
“Git tabut getir” derler.
Tabut yaptırır, ceset bozulmasın diye ilaç, kefen alır.
Kafası kesilmiş, kasıkları parçalanmış, vücudunda delikler olan oğlunun cesedini bir torbaya koyar, tabuta yerleştirir. 5 Liraya bir hamal tutar. Cenazeyi ve tabutu taşır, içine koyarlar. Hamal babaya döner;
“Ne oldu, bu nedir?” der.
“Oğlumdur” der baba, “Solcuydu, burada, işkencede öldürdüler, onun cenazesidir” diye karşılık verir.
Bir babaya, bir de cenazeye bakar, Diyarbakırlıdır hamal, ağlamaya başlar;
“Ben almayayım o 5 Lirayı, helal olsun” der, hıçkıra hıçkıra ağlar, yürür, gider…
* * *
Adı İbrahim’di.
İnandığı bir davası vardı, yılgınlık nedir bilmedi...
Biliyordu, her ömür sonluydu bu dünyada, para pul peşinde koşmadı.
Ülkem dedi, halkım dedi, halklar dedi.
Kendisi için hiçbir şey istemedi.
Yıllarca vatan uğruna paşalık yapıp, emekliliğinde anlı şanlı şirketlerin yönetim kurulunda görev alarak ihale takipçiliği yapmadı.
Dolarların, Euroların, gemilerin ve yatların dünyası ona göre değildi.
Çocukları olacak kadar uzun bir ömür sürmedi.
Askeri cuntanın karanlık dehlizlerindeki işkencelerinde, bir zalimin kirli ellerinde can verirken, bir an olsun pişmanlık göstermedi.
Çocukları olacak kadar uzun yaşasaydı eğer onlara dürüst, erdemli bir babanın onur dolu anısını miras olarak bırakacaktı.
Çünkü kısa süren hayatı boyunca hep erdemli, dürüst insanları sevdi. Köyünün zihinsel engelli, ahlaklı, sıradan dürüst insanları onun için en değerli olanlarıydı.
Ne yaptıysa ülkesi ve halkı için yaptı.
Yol arkadaşları, sıkı dostları, sevdikleri oldu, asla hiç birini satmadı, inandığı dava için başını verdi, sırrını vermedi.
Adaletsizliğe, savaşlara, sömürüye karşı dünyayı saran 1968’in başkaldırı yıllarında, kedi ülkesinin topraklarında gelecek nesillere karşı sorumluluk hisseden onurlu bir kuşağın öncülerindendi.
Diğerleri gibi o da, döneminin en parlak öğrencilerindendi. Apansız yakalandığı o zulüm fırtınası olmasaydı eğer, belki vicdanlı bir hakimdi şimdi; ya da mağdurun yanında bir avukat, akademide bilimin peşinde bir hoca…
Olmadı…
Toplumun vicdanında çoktan mahkûm olmuş, 12 Mart gibi faşist bir darbenin kasıp kavurduğu 68 kuşağının diğer gençleri gibi o da halkının kalbine gömüldü.
Ötekilerin tarihinde ser verip sır vermeyen yiğit olarak kaldı adı.
Öldürüldüğünde öğrenciydi; işçiydi, emekçiydi; sapına kadar köylüydü!
Yürekli bir devrimciydi.
Adı İbrahim’di.
Mahir bir delikanlıydı.
Deniz’di, Hüseyin’di, Ulaş’tı. En çok da İbrahim’di adı.