Aralarında üç dilde konuşuyorlardı.
Üç dilde türküler söylüyor, üç dilde hüzünleniyor, üç dilde selamlar taşıyorlardı.
Hayallerinden yaralı emanetleri olan dört adamdılar. Kaleye çıkan ve yüzlerce basamaktan oluşan taş merdivenleri güçlükle tırmanmış, soluk soluğa kalmışlardı.
Dicle Nehri’nin kıyısında hava sıcaktı.
El Rızk Camii’nin üzerinde kibirle süzülmekte olan kara kartal bu dört kara noktaya sivri gözlerle baktı.
Birazdan zirveye ulaşacaklardı.
Nitekim öyle de oldu. Üstlerinde maviyle boyanmış bir gökyüzü, altlarında Dicle’nin zümrüt yeşili suları karşıladı onları.
Artık zirvedeydiler.
Binlerce yıldır nice uygarlıklara bereket taşımış Dicle Nehri, önlerinde kıvrıla kıvrıla akıyordu. Dört adam, elleriyle güneşi kesmiş, sular altında kalacak bir tarihe kederli gözlerle bakıyorlardı.
Göğüslerinde ise üç dilde yazılmış dövizler vardı.
Ata 16 yaşındaydı.
Genlerine musallat olmuş bir hastalık nedeniyle en fazla yirmi yaşına kadar yaşayacağını biliyordu.
Ona, çekeceğimiz belgeselde, dünyada ilk kez bir DMD* hastası olarak Hasankeyf’e saygı tırmanışı yapmayı önerdiğimde heyecanlanmıştı.
Nasıl heyecanlanmasın?
O güne dek evinden dışarı çıkmamış Ata, Batman'a gidecek, Hasankeyf’in zirvesine bir tırmanış yapacaktı. Bunun için koca bir ekip seferber olmuştu. Diyarbakır’dan özel yapılmış tekerlekli bir sandalye bile getirilecekti.
Sadece o kadar mı?
Değil tabii! Ata, zirvede uçuracağı uçurtmayla dünya çocuklarına selam gönderecek, üzerinde taşıyacağı üç dilde yazılmış dövizlerle “Hasankeyf’e saygı” duruşunda bulunacaktı.
Dünyanın bütün ajansları bu haberi geçecekti:
“Dünyada ilk kez, bir DMD hastası…”
“Hasankeyf’e saygı…”
“12 bin yıllık tarih…”
“Sular altında kalacak Hasankeyf…”
Kim bilir, dünyada ses getirecek bu eylemle, Hasankeyf sulara gömülmekten, belki de kurtulacaktı… Olmadı!
Ata Hasankeyf’e tırmanamadı!
Film çekimleri için gittiğimiz Hasankeyf’te; türbelerde dilek tutup, Dicle Nehri’ne kâğıttan gemicikler bırakırken, kızgın öğlen sıcağı altında yaptığımız çekimler Ata’yı soluksuz bıraktı. Onu, nehrin kıyısındaki çardaklardan birinin altına götürdük, bayrağı biz devraldık.
Bir süre sonra Hasankeyf’in zirvesindeydik.
Göğsümüzde Ata’nın zayıflamış kalbi, ruhumuzda onun heyecanı, ellerimizde ise üç dilde hazırlanmış dövizlerimiz vardı.
“Hasankeyf’e saygı!”
“Ji Heskif’e re rez!”
“Homage to Hasankeyf!”
Türkülerimizi üç dilde söyledik; üç dilde ağıtlar yaktık, üç dilde sorular sorduk, üç dilde sustuk o gün...
* * *
Biliyorduk, üzerinde hasta çocukların izini sürdüğümüz o topraklar ki yanıktı, yaralıydı.
O coğrafya ki, bir zamanlar onlarca dilden söylenirken türküleri, kelimeler tek bir dilde öldürülüyordu artık.
İnsanoğlu ne kadar da doyumsuzdu.
Daha çok buhar istiyordu; daha çok makine, demir ve çelik; daha çok giysi, daha çok telefon, televizyon…
Batman’da, bir nehrin üstüne baraj kuruluyor, çağdan çağa bir tarih, insan eliyle alenen öldürülüyordu.
Daha çok elektrik istiyordu insan; daha çok enerji, daha çok araba, daha çok uçak, gemi, denizaltı, reaktör…
12 bin yıllık yaşamı, bir anda, gözünü kırpmadan sulara gömüyordu insan.
Derken, Dicle’nin kıyısında, Hasankeyf’te bir ölüm yolculuğuna dönüşüyordu yaşam. Açgözlü, sabırsız, aceleci…
İşte o andan itibaren ölüm her şeye bulaşıyordu; dağlara, ağaçlara, kuşlara; börtüye ve böceğe; insanlara…
Tıpkı Hiroşima ve Nagazaki’deki gibi; tıpkı Çernobil ve Fukuşima’da olduğu gibi; Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta; Tıpkı Suriye’de ve dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi…
Geri dönüşü olmayan bir ölüm yolculuğuydu bu.
Dünyanın efendilerinin, bizzat kendi elleriyle başlattıkları.
İnsanlığın bilerek sürüklendiği bir ölüm yolculuğu…
İnsanoğlu, her geçen gün daha fazla elektrik istiyor. Bunun için daha çok barajlar kuruyor, daha fazla rüzgâr ve hidroelektrik santralleri üretiyor; yetmiyor atom santralleri inşa ediyor. Bilim dünyası ve çevre örgütleri ise tüm bunların faydaları ve zararları üzerine hummalı tartışmalar yapıyorlar...
Geçtiğimiz haftalarda, ünlü Amerikan dizi kanalı HBO/Sky'da, Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktör kazasını konu edinen bir dizi yayınlandı.
Üzerine çokça tartışmalar yapıldı filmin, yazılar kaleme alındı. Kimileri, sosyalist sistemi kötülemenin bir aracı olarak gördü filmi; gerçeklikten kopuşa, tarihsel hatalara, bilinçli çarpıtmalara vurgu yaptı. Kimileri ise nükleer enerjinin tehlikelerine dikkat çektiğini söyleyerek kutsadı filmi.
Gerçekten teknik ve oyunculuk olarak güzel kotarılmış bir filmdi.
Ancak, yönetmenin vermek istediği mesaj neydi? Film, gerçekten nükleer tehlikeye dikkat mi çekmek istemişti? Yoksa tarihin ilk işçi devriminin ülkesine sinsi bir saldırıya mı niyetlenmişti?
Gerçeği filmin yönetmeni Craig Mazin’in ağzından duymak da belki de en kolayı olanıydı.
Ona göre, “modern nükleer güç tehlikeli değildi. Halkına yalan söyleyen, kibirli ve her türlü eleştirinin bastırıldığı toplumlarda bu gücün kullanılması tehlikeliydi.”
Elbette ki doğruydu söylediği. Ancak, nedense Craig Mazin bunu, ABD ve müttefiklerini büyük yalanlarıyla Irak’ta öldürülen 1 milyon insan üzerinden anlatmayı denememişti…
Ya da 2.Dünya Savaşı’nda, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine yaşatılan tarihsel dram üzerinden. Malum, ABD, bir kazayla değil; bilerek, ama isteyerek, özel olarak planlayarak bu iki şehre atom bombası atmıştı! Crag Mazin, bin anda yüzbinlerce sivilin öldürüldüğü böyle bir katliam üzerinden senaryo kurgulamayı tercih etmemişti.
Ya da bir buçuk milyon insanın öldüğü Vietnam Savaşı ve ABD kamuoyuna söylenen diğer yalanlar üzerinden…
Biliyoruz ki her şey, ama her şey onların marifetiydi.
Paranın ve gücün efendileri, doymaz bir iştahla saldırıyorlardı yeryüzüne. Kemiriyorlar, kemiriyorlar, kemiriyorlardı…
İnsanlığın bilerek sürüklendiği bu ölüm yolculuğunda hep onların rolü vardı.
İster Hasankeyf’te, Allianoi’de, Zeugma’da yok edilen bir tarihte; ister köklerinden koparılan insanlar, susuz bırakılan vadiler, havasız kalan şehirlerde; isterse kullanılan atom silahları, nükleer reaktörler, bunlardan üretilmiş türev silahlarının topluca ya da yavaş öldürdüğü hayatta; doğada, tüm canlılarda olsun… Hepsinde onların rolü vardı.
Ata’ya gelince.
Hep umut ederek yaşamış, hayatın ona sunduğu talihsiz oyuna aldırmamıştı.
Tırmanmaya niyetlendiği zirveden dünyaya karşı, Hasankeyf için bir saygı gösterisinde bulunmak istemişti.
En büyük isteği Hasankeyf’in kurtarılmasındaki derya deniz çabalara küçük bir damla olabilmekti.
Ama olamadı! Buna ne gücü, ne zamanı elverdi.
Aradan 5 yıl geçtikten sonra ölüm, önce, aynı hastalık tarafından bedeni tutsak edilmiş kardeşi Hamza’yı aldı aramızdan.
Sonra Ata’ya döndü yüzünü. 22 yaşındaydı henüz. Daha çok elektrik peşinde koşan bu dünya ona, gençliğini yaşatacak nefesi çok gördü.
Geçen hafta ise bir haber düştü ajanslara. Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nda su tutulmaya başlanacaktı. Bütün hazırlıklar tamamdı. Ata’dan sonra Hasankeyf’te son nefesini verecekti.
Son anda alınan bir kararla şimdilik ertelendi.
Ne demeli; umut ve umutsuzluk…
Tıpkı bir yarışa benziyordu bu ikisi. Umutsuzluğu yenmedikçe, umudu yakalamak zor oluyordu.
*DMD: Duchenne Muscular Distrofi