İki satırlık bir ölümdü o.
“Miting alanına girmeye çalışan sırt çantalı bir şahıs” diye geçti ajanslar.
Haber portallarının sayfalarında ancak birkaç satıra sığabilmişti.
* * *
Bayramdı.
Bir Newroz günüydü.
Çektiği acılar, yaşadığı hüzünler, kazanıp kaybettiği sevinçleriyle bir şehir, bayramına yürüyordu.
Hava açıktı, gökyüzü gülümsüyordu.
İnsanlar sevinçli, coşkulu, heyecanlı.
Alanın güvenliğini sağlamakla görevliydi güvenlik kuvvetleri.
“Ancak şahıs kendini aratmak istememiş” diyordu haberler.
Evet, böyle diyor ve ekliyordu:
“Canlı bomba olma ihtimali” taşıyordu şahıs.
* * *
Ölüm, nicedir mubahtı bu topraklara.
Nereden ve nasıl geleceği bilinmezdi.
Yaşa, boya, posa, cinsiyete bakmaz, haklı mı haksız mı ayırmazdı!
Hiç beklenmedik bir zamanda gelebilir, nereden çıktığı belli olmayan serseri bir kurşun herhangi birini sebepsiz yere serebilirdi.
Örneğin, her an bir kaza olabilirdi. Güne gergin uyanmış bir görevlinin, öfkeli, titrek parmakları bir silahın tetiğine apansız dokunabilirdi.
Cümle gazetecilerin fotoğraf makinelerine el koyulabilir, hafızalarına format atılabilirdi.
Mobesa kameralarıysa eğer kayıtta olan, ansızın başka bir yöne dönebilir, olmazsa bir gece ansızın kayıtlar bile silinebilirdi.
* * *
“Çantamda bomba var hepinizi öldüreceğim!” demişti şüpheli!
Bütün ajanslar böyle geçmişti haberi.
O şehrin en büyük yöneticisinin basın bildirisi, böylesine hoyrat sıralamıştı sözcükleri birbiri peşi sıra.
Çünkü ölmek kolaydı bu ülkede.
Öldürmekse caiz!
Ölüm sıradanlaştığında, en yüksek mertebeden bürokratlar, devletin bekası ve milletin bölünmez bütünlüğü üzerine demeçler verirlerdi hemen.
Ya bir duvardan düşmek suretiyle, ya bir terörist silahıyla, ya da kendi kendini vurmak suretiyle gelirdi ölüm.
Böyle olunca, ışık hızıyla yayılırdı demeçler dört bir yana.
Ve iki satırlık bir habere sığardı ölüm.
En fazla mahkemeye çıkar, sonunda serbest kalırdı failler.
Dosyası mahkemeden mahkemeye, duruşması şehirden şehire sürülebilirdi.
* * *
Hep kimsesiz olurdu, ölenler.
Nasılsa, bir anası olmazdı yolunu gözleyen!
Harçlıklarını ancak aksatarak gönderen babası, türlü oyunlarla birlikte büyüdüğü kardeşleri, evde bıraktığı kedisi, kokusunu özleyen sevgilisi.
Onu hayata bağlayan tutkuları olmazdı nasılsa; oda arkadaşlarıyla şakalaşmaları, gençlik heyecanları; kemanı, melodileri, şiir kitapları...
Hiç biri olmazdı nasıl olsa.
İşte bu yüzden bu kadar mubahtı ölüm.
Bu kadar bayağı, bir o kadar sıradan, böylesine umursamaz!
* * *
Kemal Kurkut.
İnönü Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bölümü öğrencisiydi.
Keşke, 21 Mart’ta, bir Newroz Bayramı günü hayat, başka türlü akabilseydi o gün.
Ailesinden habersiz, Diyarbakır trenine binmek üzere, Malatya’da kaldığı evden bir gece yarısı sessizce ayrılmasaydı Kemal.
Keşke, o kentin garında, onu en kutlu bayramına götürecek tren gelmediğinde, vaz geçip geri dönebilseydi.
"Keşke, gece 03.00’de kalkacak tren gelmeyince, bir otobüse atlayıp o kadim kente gelmeseydi."
Ve belki, bu kadar genç olmasaydı Kemal.
Olmasaydı da, damarlarında akan kan böylesine hızlı yürümeseydi.
Kalbindeki delikanlı gururu bu kadar eğilmez, bu kadar dik olmasaydı.
Keşke, bir bayram gününde, Evrim Alataş Caddesi’nde gururunu kırdıklarında, sinir krizi geçirerek eline bıçak almasa, yolunu kesen arsız ölüme fırsat vermeseydi Kemal!
Öfkeden kan ter içinde kaldığında, hemen çatasına davransaydı mesela.
Davranıp, oracıkta bir kitap çıkarsaydı.
Belki Ahmet Arif’ten, Orhan Veli’den, Behçet Aysan’dan.
Ateşe, silaha, canlı bombalara inat elindeki kitabı okusaydı!
Öfkeye, nefrete, kine rağmen mırıldansaydı:
“çünkü beyaz bir gemidir ölüm
siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm
yanık otlar gibi
sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm..” (*)
Çantasından çıkardığı kitapların birini, üzerinde ateşli silah, barut kokusu ve bomba arayanlara uzatsaydı.
“İşte, en büyük silahım bu!” deseydi.
Oturup önlerinde keman çalsaydı mesela.
Belki Vivaldi’den, Dengbejlerden, Kazım Koyuncu’dan melodiler yayılsaydı etrafına.
* * *
Delikanlı bir gençti.
Biliyordu, ağrılıydı ülkesi, kanamalıydı.
İsli bir karanlık bulaşmıştı şehrinin çeperlerine, farkındaydı.
Ama yine de ısrarla şiire bulaşıyordu kelimeleri.
Alıyordu kemanını, geçiyordu kameranın karşına, sessizce sunuyordu hayata melodilerini.
Umutluydu çünkü.
Düşleri vardı geleceğe dair; sanata, edebiyata, şiire dair.
Yaralarına bulut bulut acılar sinmiş, duvarlarına karış karış hüzün bulaşmış bir kentin topraklarına dair.
Ama olmadı!
Heybesinde sevinçleri, bir büyük bayrama giderken vurdular onu.
Yaşama tutunduğu en ince dalından kırdılar onu.
Adı Kemal Kurkut’tu.
Adıyamanlıydı…
Üniversitede öğrenci; bir umut işçisi, belki geleceğin sanatçısı, belki de bir keman virtüözü…
Hiç biri olmasa ne yazar!
Yüreği saf mı saf, temiz mi temiz, sade bir yurdum insanı…
Bir bayram günüydü.
Öylesine genç ve tecrübesiz, öylesine muhlis, art niyetsiz.
Kimse söylememişti, bilmiyordu.
Bir bayram gününün, nasıl olur da apansız ateşe, zehire ve baruta boğulabileceğinden habersizdi.
Canını, teninden koparıp alacak o zalim ateş, çıplak bedenine saplandığında henüz 23 yaşındaydı.
İki satırlık bir ölüm oldu haber ajanslarında.
Çantasından bir gömlek, defter ve şiir kitapları çıktı.
Sonsuz bir maviliğe aralanmıştı kirpikleri.
Gözleri açıktı.
(*) Behçet Aysan