İstanbul’da bir sabah. İstanbul’un sabahları kirli olur. Kirli bir sabahın eşiğinde kapısına geldiler! Adı Raşit Tükel. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim üyesi. Meslekte otuz beş yılında bir hekim. Genç hekimlere öncü, örnek bir insan. Özerklik, bağımsızlık onun vaz geçilmez karakteri; bilimde, akademide, bireysel gelişimde… Bunlardan hiç ödün vermedi, bu yüzden dünyada ve Türkiye’de daima saygın biryeri oldu.
O bir psikiyatri profesörü. Hayatını ve tüm zamanını toplum sağlığına adadı. Bu yüzden, ailesiyle bile zor Evli, bir erkek çocuk babası. İki metreyi bulan boyu, boyunu aşan oranda sevgisi vardı. Sapına kadar bilim insanı. Üniversite rektörlük seçimlerinde en çok oyu aldı, seçildi! Normal bir ülkede yaşasaydık eğer, üniversitesinin rektörüydü. Üniversitede pırıl pırıl gençleri değil, geleceği yetiştiriyor olacaktı. Kirli bir İstanbul sabahında çaldılar kapısını, alıp götürdüler onu. Belki utandıklarındandı, kelepçe vurmadılar. On iki yaşındaki oğlu, “keşke ev hapsinde tutsalardı, hasret giderseydim” dedi. Kapısında çiçekleri kaldı. İşte böyle yazdı tarihin sayfaları!
Ankara. Puslu bir sabahın ayazındadır. Hava soğuktur, dona kesmiştir. Bir adam, ülkenin yetiştirdiği en önemli el cerrahlarından biri, evde yalnızdır, yatağında uyuyordur. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi. O bir profesör. Adı Sinan Adıyaman.
Yaşadığı şehirde Tabip Odası Başkanlığı yaptı. Hiçbir hastayı geri çevirmezdi. Hayır demeyi bilmeyen bir insan tatlısıydı o. TTB Merkez Konseyi ikinci başkanıydı. Bel fıtığı vardı, omurgada darlık sendromu, yeni ameliyat olmuştu. Evli, bir çocuk babası. Bir sabah onun da çaldılar kapısını. Alıp götürdüler. Barış istemekti tek suçu. Böyle geçti tarihin sayfasına.
Ankara’da, yine aynı sabah. Bu sefer adı Sezai, soyadı Berber. Bir psikiyatrist o! Uzun yıllar Dışkapı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde hizmet verdi. Türkiye Psikiyatri Derneğinde kurucu üyesi, eski yöneticisi. ODTÜ ormanlarının arasına sıkışmış bir mahallede evi. Eski adıyla Karakusunlar; yani Çiğdem Mahallesi. TTB eski II. Başkanı. Halen TTB Genel Sekreterliği görevini yürütmekte. Evli, iki kız çocuğu var, şimdilerde serbest hekim. Hayatta en çok değer verdiği şeydir dostluk. Konukseverdir, sıcaktır, candır. Eve konuklar geldiğinde, ailecek birlikte vakit geçirmek ister. Ardından eklerdi, “bilgi daima öğrenilir, insanlık her zaman öğrenilmez.” Savaş ve işkence travmalarına uğramış kişilere adadı mesleğini. Bir sabah çaldılar onun da kapısını; eşiyle birlikte açtı. Çevik kuvvet polisiydi gelenler. Taammüden barışı savunmaktı suçu. Ve böyle kaydetti tarih olanları!
Ankara. Yine pusluydu, yine ayaz. Yine aynı gündü çünkü. Bu sefer Ayrancı semtinde çaldı bir evin kapısı. Bir kadın açtı kapıyı. Adı Selma Güngör, bir çocuk annesi, aile hekimi. TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu, İnsan Hakları Kolu çalışmalarını yürütmekte.
Kadın polisler girdi koluna. Kokusunu, yaşlı annesinin boynuna bırakarak ayrıldı evinden. Saçını kısa kestirmeyi alışmıştı son günlerinde, arkadan kuyruk yapardı. Bir de glütensiz beslenmeye… Maltepe’de işyerine vardılar. Tehlikeli şeyler aradılar masasında, çekmecelerinde. Aile hekimliği çalışma odasındaki bilgisayarına el koydular. Son sözü, “bilgisayarı götürmeyin!” oldu… Haftalık aşı ve gebelik izleme programı vardı bilgisayarında. Giderken, hasta ev ziyaretleri kaldı aklında. Ve tarih böyle kaydetti o günü!
Hande Arpat. Pratisyen hekim. İçlerinde en genç olanıydı. Mülteci ve göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili çalışma yürütmekteydi.
Ankara’da, hastaydı, sesi güçlükle çıkıyordu. Bir hekim, bir yazardı o; sağlık politikaları üzerine kitapları vardı. İngilizce ondan sorulurdu, bir Twitter fenomeniydi; güleç, sıcak yüzlü, enerjik. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi. Hayvanları severdi, insanları sevdiği gibi. Zeki bir kedisi vardı, adı Mia’ydı. Haylaz kedi, telefonda oyun oynamayı severdi. Lakin, yüzü karaydı o gün Ankara’nın, sisliydi. Hande, arkadaşıyla WhatsApp’tan yazışıyordu. “Handecim duydun mu olanları,” diye yazdı biri. Son harfleri ışık hızında ulaştı karşı telefona: “G-e-l-d-i-l-e-r!” Evde yalnızdı, kimsecikler yoktu. Sakindi. Kadın polisler eşliğinde götürdüler onu. Uzun bir miyaw sesi duyuldu arkasından... Ve tarih işte böyle yazdı sayfasına!
Funda Obuz. İzmir’de bahara hazırlanan bir mevsim. Evde yalnızdı. Arkadaşlarıyla WhatsApp’tan yazışıyordu o da. Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Türk Radyoloji Derneği İzmir Şube Başkanlığı, İzmir Tabip Odası Onur Kurulu Üyeliği, İstanbul Tabip Odası Hekim Meclisi üyeliği yaptı. Halen TTB Merkez Konsey üyesi, bir kız çocuğu annesi. Mesajlar yanıtsız kaldı telefonunda… Çaldılar kapısını, terörle mücadeleden gözaltına aldılar. Psikoloji okuyordu kızı, duyunca “annemle gurur duyuyorum” dedi. O bir radyoloji profesörüydü. Kapısında çiçekleri kaldı. Tarihin sayfasına, işte böyle geçti onun adı.
Dursun Yaşar Ulutaş. Evli, tek çocuk babası. Adana’da aile hekimi. Göçmen hastaları çoktu; İdlib’ten, Halep’ten, Rakka’dan. Klasik müzik düşkünü, bir radyo sever o. Adana Tabip Odası Genel Sekreterliği, TTB Yüksek Onur Kurulu Üyeliği ve TTB Aile Hekimliği Kolu sekreterliği yaptı. Halen TTB Merkez Konseyi üyesi. Onun da çaldılar kapısını, evinde arama yaptılar; yetinmeyip işyerine gittiler. Hastaları bekliyordu onu, muayene edemedi. Bilgisayarına el koydular. Hastaların muayene bilgileri vardı içinde. Çevik kuvvet eşliğinde götürdüler onu! Hastaları arkasından baka kaldı. Giderken arkasını döndü; annesi Ankilozan Spondilit hastasiydı Halepli Yosra’nın. Ciğerlerini kötü üşütmüştü, seslendi; “Unutma,” dedi, “günde üç defa alacaksın ilacı!” Ve tarih işte böyle kaydetti notunu.
Bülent Nazım Yılmaz Eskişehir Devlet Hastanesi’nde acil hekimi. TTB Denetleme Kurulu üyeliği, Eskişehir Tabip Odası Başkanlığı yaptı. Eşi Neşe ile birlikte Eskişehir’de, Tabip Odası’nın yükü onların omuzlarında. Evli, bir çocuk babası. Sesi de, kendisi de, yüreği de güzel; konuksever insan. Sabah erkenden çaldılar kapısını. Onu da götürdüler. Tarih böyle yazdı sayfasına.
Adı Şeyhmus’du. Surlarından kanayan şehirdendi, Diyarbakırlıydı. Bir hekim; sempatik, yumuşak yüzlü, sevecen. Şeyhmus Gökalp Diyarbakır Tabip Odası Denetleme Kurulu üyeliği, TTB Büyük Kongre Delegeliği yaptı. Halen TTB Merkez Konseyi üyesi.
Dost canlısı, civanmert, inanılmaz konuksever. “Paşam” derdi kardeşi Ciwan’a; bir şey satın alırken hep çift alırdı. İki insan, birbirine nasıl da böyle düşkün olabilir di? Aynı gün, aynı sabah; onun da, erkenden çaldı kapısı. Gelen çevik kuvvetti, kalabalık girdiler eve. Arama yapanlara Kürt aksanıyla; “sizden ricamız” dedi, “evi fazla dağıtmayınız.” Hep öyle konuşurdu Şeyhmus. Diyarbakır’da işyeri hekimiydi. Ayrılırken, içine çeker gibi sarıldı, kokladı; eşini, kardeşini ve çocuklarını. Daha Ankara’ya varmadan işine son verildi. Tarih böyle kaydetti işte o günü.
Ayfer Horasan. Van’da Aile hekimi. Havalar soğuk olur bu mevsimde, buz tutar Muradiye Şelalesi Van’da. İnce, uzun boylu, sevgi dolu Ayfer. Tabip Odası Yönetim Kurulu ve Onur Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Van Referans Merkezi’nde hekim. Halen TTB İnsan Hakları Kolu üyesi. Haberler peş peşe gelince, oturduğu evden çıktı, meslek odasına gitti. Van Tabip Odası’nda oturup bekledi; “buradayım, gelin alın beni” dedi! Ve tarih böyle kaydetti onu.
İstanbul’un Ataköy semti. Bir süredir betona boğulmuş ağrılıdır. Bu semtte bir ev. Hava sisli, soğuk, alaca karanlık. Kapı çalınır, önünde çevik kuvvet beklemekte. Kapıyı açan bir kardiyoloji uzmanıdır; aynı zamanda iç hastalıklarında ikinci ihtisas. İstanbul Tıp Fakültesi Kardiyoloji kürsüsünde öğretim üyesi. Öğrencilerine daima “Bolca hastalık öyküsü alın” diyen, 62 yaşında bir öğrenci sevgilisi o. Evli, bir çocuk babası. Türk Kardiyoloji Derneği, Avrupa Kardiyoloji Derneği, TTB Merkez Konsey üyeliği görevlerinde bulundu, İstanbul Tabip Odası Başkanlığı yaptı. Halen TTB Merkez Konsey üyesi. Adı Mustafa Taner Gören, bir profesör. Laz’dı. Şaka gibi başladı güne. Yaşamak her daim bir gülmeceydi onun için. Fıkra anlatmayı severdi. Onunla vakit geçirmek mi? Kaçırılmayacak bir zevkti, gülmekten kırardı dinleyeni. Ne hak yedi, ne yalan söyledi, ne rüşvet aldı. Hep sevdi insanları ve yaşatmak istedi onları. Bir sabah onun da çaldılar kapısını. Grubun en yaşlısı, belki en delikanlısıydı. Hastanede aldılar onu, kardiyak problemi vardı. Eşiyle kucaklaştı, “haklıyız, kazanacağız” dedi. Polisler kollarına girdiler. İçlerinden biri boncuk boncuk terlemişti, güçlükle soluyordu. Göz ucuyla baktı ona, “sağ koroner arter tıkalı olmalı” diye geçirdi içinden, “bir an önce efor testi yaptırmalı!” Odasında, bolca Karadeniz fıkrasına rastladılar. Arama esnasında, bir kadın; hocasıydı, duyunca koştu. Polis, “dur, giremezsin, kimsiniz?” dedi. “Öğrencisiyim” diye girdi içeri. Sarıldı hocasına; sardı, sarmaladı onu; ama ağlamadı. Lakin hocası da ona sarılamadı! Yürürken kolları önündeydi, kırmızı bir hırka taşıyordu ellerinin üzerinde. Altında kelepçesi vardı! Gözlerinde, kimsenin görmediği bir gülmece. Kapısında çiçekleri kaldı. İşte böyle yazdı tarih kitapları!