Sise!
Muş'un Varto ilçesinin Badan köyündendi.
On beş yaşından beri köyünden dışarı hiç çıkmamıştı.
Yetmiş yedi yaşındaydı.
Yani bir çınardı o! Görmüş, geçirmiş, dal budak sarmış bir çınar.
Sise Nine diyorlardı ona... Geçtiğimiz nisan ayında tanımıştık onu.
Köyün muhtarı ve iki kişiyle birlikte "örgüt üyeliği" suçlamasıyla tutuklanmıştı.
Yüzünde yaşanmış, acılarla dolu bir tarihin derin çizgileri vardı.
Devletin resmi haber ajansı "Sisi kod adlı kadın terörist tutuklandı!" diye paylaşmıştı haberini.
Ülkenin çok satan gazeteleri, haberin üstüne üşüşmüş, manşetten vermişlerdi:
"Sisi kod adlı kadın terörist yakalandı!"
Yaşı, kimliği, diğer detayları belirsizdi…
Bunu haber yapan Dicle Haber Ajansı'nın Varto muhabiri de zaten sık sık gözaltına alınıyordu. Tıpkı, ajansın diğer muhabirleri gibi...
Ne de olsa, bölgede gazetecilik yapmak ateşten bir gömleği giymeye benziyordu. Ve bazıları, gönüllü olarak giyiyorlardı bu gömleği.
Neyin güvenliği kalmıştı ki bu ülkede?
Ne basın özgürlüğü, ne yaşam hakkı, ne hukuk, ne bilim...
Hepsi hak getire!
Kimsenin can güvenliği yoktu artık.
Mal güvenliği de öyle tabii...
Ülkenin en büyük şehrinin, en bilinen caddelerinin birinde bir plakçı dükkânı, alkol alınıyor diye haydutlar tarafından basılabiliyordu. Basılıyor ve içerdeki gencecik çocukların şaşkın bakışları altında mekân sahibi tartaklanıyordu. Ne oluyor diye soranın ağzı burnu kan içinde bırakılıyor; yetmiyor, camlar aşağı indiriliyor, kapılar parçalanıyor, içerde oturanlar sille tokat dışarı atılıyordu… Sunturlu küfürler eşliğinde mekân sahibine tehditler savurmaksa işin cabası sayılıyordu...
Karşılığı ne mi oluyordu bunca hunharlığın?
Mekân basan, insanlara hakaret eden, kan akıtan haydutlar ertesi gün serbest kalıyordu.
Münferit bir hadise olabilir miydi peki?
Değildi tabii…
Değildi! Çünkü her geçen gün, bir diğerinin tekrarıydı artık bu ülkede.
Kabile devletinden farkımız kalmamıştı artık.
Eli palalı mı dersin, ağzı salyalı mı, beyni jöleli mi;
Bir gün elinde palayla insan doğramaya kalkarsın; serbestsin!
Diğer gün gazete, televizyon binası basar, camları kırar, canına okursun mülkün de, adaletin de; ama yine serbestsin!
Şehrin göbeğinde siyasi bir partinin yöneticisini linç etmeye kalkarsın; tabii ki serbestsin!
Teni esmer diye, farklı giysiler giyiyor diye, telefonda bilinmeyen bir dilden konuşuyor diye insanlara işkence edersin, diz çöktürür, büst öptürürsün, bayrağını kazırsın derisine, hatta güpegündüz öldürürsün; korkma, serbestsin!
Mafya bozuntusu edalı insanlar resmi açıklamalar yapar, yasal bir yürüyüşü nefret söylemiyle tehdit ederler; haklarında hiçbir işlem yapılmaz, aksine yürüyüş yasaklanır, hakkında soruşturma bile açılmaz; sen rahatsın!
Alenen insan öldürürsün. Ya arama bahanesiyle bir evin kapısında, ya da bir meydanda, uluorta veyahut planlayarak ensesinden!
Niye? Öteki diye, solcu diye, Kürt diye, Ermeni diye… Ama hep serbestsin!
Ya da mafya kılığındasındır bazen; bini bin paradır tehditlerinin, kan içmekten bahsedersin bildirilerinde, ya da kan banyosu yapmaktan; nefret söylemiyle dolu olur gazetelere sayfa sayfa verdiğin ilanların; sanki dokunulmazlığın vardır, el üstünde tutulursun, serbestsin!
Sevmek, sarılmak, kucaklamak…
Bir büyük eylemin adı olan fiiller.
Sevince çekincesiz sevmek… Sarılınca, yüreğinin bütün içtenliğiyle sarılmak...
Ya da ayrımsız kucaklamak öteki olanları…
Kiminin cesareti olmazdı sevmeye…
Kimisi bilmezdi sarılmayı, kendi gibi olmayana, kendinden olmayana.
Görünürde, hep biat edeni kucaklamaktı sevap olarak bildikleri ve kendine aitti duaları…
Oysaki sevmeyince, sarılmayınca, kucaklamayınca giderek çoğalıyordu günahları ilahların.
Ve o zaman günahlarını bastırmak için yeni kurbanlar arıyorlardı kendilerine.
Öyle kurbanlar olmalıydı ki bunlar, Cizre’nin yıkılmış bodrumlarının yanık insan cesetlerinden mürekkep kalıntılarda bir daha kemik parçacıkları aramasınlar. Yeni Cizre, yeni Nusaybin, yeni Yüksekova ve Şırnak raporları yazamasınlar.
Öyle kurbanlar olmalıydı ki bunlar, bastırılmaya çalışılan özgür düşünce etkinliklerine yeni bir ses, yeni bir nefes olamasınlar…
Ve öyle kurbanlar olmalıydı ki, bir daha hadsiz, hesapsız, sınırsız haber yapamasınlar; kentleri başlarına yıkılan insanların çığlığını dünya âleme yayamasınlar...
Günahları öylesine birdenbire, öylesine hızlı çoğalıyordu ki, beklemeye bile tahammülü olmuyordu artık ilahların.
Arıyor ve yeni kurbanlarını buluyorlardı hemen...
Kod adı Sisi'ydi. Ülkenin, en büyük resmi haber ajansının bültenlerinde böyle geçiyordu adı. Bir süredir mahpustu.
Akciğerlerinde ödem, kulaklarında ağır işitme kaybı vardı.
Dün duruşması oldu.
Gerçek adı mı?
Sise Bingöl'dü.
Yetmiş yedi yaşındaydı Sise Nine.
Türkçe bilmiyordu.
Bilinmeyen bir dilden söylüyordu sözlerini…
Ajanslar, dünyanın en yaşlı kadın teröristi kategorisinde gördü onu.
Mahkemede, Zazaca bilen bir tercüman eşliğinde alındı ifadesi.
Konuşurken, çok uzaklarda bir noktaya bakıyordu gözleri.
Masal anlatır gibiydi sanki; sessiz, tane tane, yumuşacık akıyordu kelimeler dudaklarından; esirgemeden söylüyordu sözlerini…
Tutuksuz olarak yargılanmasına karar verildi.
Acaba kaçar mıydı?
Kim bilir... Yurt dışına çıkış yasağı konuldu hemen! Böyle takdir buyurdu ilahlar. Kod adı Sisi'ydi.