Gri bir sabaha uyandım bu sabah.
Ölümün berisindeydim.
Takvim yapraklarına bakmaya korkuyordum.
Lakin korkunun gerçeği görmeye engeli yoktu!
Evlerimizde, artık birer cam kutucuk misafir ediyorduk, basınca düğmesine hemencecik kusuveriyordu gerçekleri yüzümüze.
Tabii doğru kanaldaysak eğer.
Değilsek, yapacak bir şey yoktu zaten! Başımızı gömdüğümüz ve ilelebet sürecekmiş gibi sandığımız kumdan, çamurdan, cerahatten oluşmuş bir bataklığın içinde, yaşıyormuş gibi yapmaya devam ediyorduk…
Bir de sosyal medya vardı tabii.
Takvim yapraklarından daha şaşmaz bir şekilde çalışıyor ve ister istemez ölümün ötesinden sesler ulaştırıyordu bize.
* * *
İşte, üzerimizi örten o gri karanlık altında bu sesleri duyuyordum ben.
Ölümün ötesinden seslerdi bunlar.
33 kurşuna çıkmıştı adı. En çok da, Ahmet Arif’in dizlerinden duyuluyor, onun sesinden dile geliyordu.
1943 yılında, Van’ın Özalp İlçesi’ndeydi… Elleri arkadan bağlanmış, Kukur Deresi’nde yatıyordu, kurşuna dizilmiş 33 Kürt köylüsünün cesedi.
* * *
Ölümün ötesinden sesler duyuyordum…
Sene 1977’ydi; günlerden 1 Mayıs, İstanbul’da Taksim Meydanı.
Bir bayram gününde, Kazancı Yokuşu’nda yakalanıyorduk ölümün soğuk nefesine.
Bayram başlamadan daha, nasıl da dönüşüyordu 34 canın cenaze merasimine.
Ne çok vuruluyorduk biz, ne çok öldürülüyorduk böyle!
* * *
Ölümün ötesinden sesler duyuyordum hala.
24 Mayıs 1993, Elazığ-Bingöl Karayolu’ndan geliyordu ölümün sesi.
Bir dağın yamacında, sorgusuz kurşuna diziliyordu 33 silahsız er!
Ölüm kimliğine bakmıyordu ölenlerin, kaçınız Kürt’tü, hanginiz Türk’tü diye sormuyordu.
* * *
Sene 1993, Temmuz’un ikinci günü.
Ölümün ötesinden sesler çalınıyordu yine kulağıma.
Madımak, diyordu; 34 can, 34 yanık insan, et kokusu...
Yirmidördünün, yirmibeşin altındaydı yaşları!
Şairler de yanıyordu bu yangında, çoğu genç, delikanlı, kız, kızan; yazarlar, ozanlar, sanatçılar da…
Sazları da birlikte yanıyordu canların; sözleri de, türküleri de, şiirleri de...
* * *
Üç gün sonrasıydı.
Kararlıydı, ölüme doymayan bir yıl olarak yazacaktı adını, tarihin kara yapraklarına, 1993 senesi.
Yangın düşmüş, boşaltılmış, viran olmuş binlerce köy, mezra kalacaktı geride; sönmüş ocaklar, dağılmış yuvalar; toprağından, yurdundan sürgün olmuş insanlar…
Yine 1993, 5 Temmuz günü, bu sefer Başbağlar’dan ulaşıyordu ölümün ötesinden sesler.
Bir kez daha, ölüm çığlıkları yapışıyordu bir köyün yakasına; bir kez daha sıkıyordu boğazını ölüm insanların. Ve bir kez daha esiri oluyorduk, listelerde 33 ölümden ibaret sayıların.
* * *
Ölümün ötesinden sesler işitiyordum durmaksızın.
Acılar sığmıyordu artık takvim yapraklarına ve biz yetişemez oluyorduk anma törenlerine.
Kobanili küçük çocuklara oyuncak götürecek olan büyük çocuklar, henüz yeterince büyümemişlerdi.
Henüz erkendi, Suruç daha ıraklardaydı.
Henüz yeterince büyümemiş 33 çocuğun etleri, bir bahçenin orta yerine henüz savrulmamış, kanları uluorta yapışmamıştı taşa ve betona.
* * *
Ölümün ötesinden fısıltılar duyuyordum.
Atık birer birer değil, onar onar ölüyorduk bu coğrafyada.
Onar onar ölündüğünde, doğaldır ki, adını katliam koyuyorduk bu toplu öldürümlerin.
Lakin bazıları alınıyordu buna, galiba katliam sözü biraz kaba kaçtığından.
Anlıyordum, onar onar öldürülünce değil, meğer buna katliam denilince kabalaşıyormuş insan.
* * *
Bugün bir kez daha duyuyordum.
Bir dağın yamacına gizlenmiş oluyordu.
Ölümün ötesinden sesler gelmeye devam ediyordu hala.
Takvim yaprakları 16 Aralık'tan 26 Aralık'a doğru bir katliamın izlerini sürerek ilerlerken adım adım, biz unutmaya başlıyorduk bile Kahramanmaraş'ı!
Peki, ne zamana dek?
Çok fazla değil!
Çünkü bir güne sığmaz oluyordu artık ölüm haberleri, başka bir katliama doğru hızla yol alıyorduk.
Uludere, Roboski diye fısıldıyordu bu sefer aynı ses...
28 Aralık 2017 tarihli sayfayı işaret ediyordu bana.
38 insan, 38 katırın ürkek gölgeleri yürüyordu bir dağın eteklerinde.
Toplam 76 can!
Karanlıkta, bir dağın dona kesmiş ıssızlığı çalınıyor, ölümün ötesinden sesler çarpıyordu yine kulaklarıma.
Uçak sesleri, insan seslerine karışıyordu; katır sesleri, çocuk seslerine.
Kaçırıyordum gözlerimi.
İlk defa, hiç sorulmamış sorulara yanıtlar arıyordu aklım; katır çığlıklarını, çocuk çığlıklarından ne zaman ayırt edebilir ki insan?
33 ölü katır, 33 ölü insan kalıyordu o gece dağın yamacında.
“17'si çocuktu” diye sesleniyor o ses, henüz büyümemişti ve artık asla büyümeyeceklerdi...
Büyükler daha mı kolay ölürdü sizce çocuklardan, daha mı az acı çeker onlar?
Sahi, daha mı tez solardı düşleri, erken ölen çocukların?
Hadi biz öldük diyelim bir dağın yamacında, heykellerimizi niye öldürdünüz bir şehrin merkezinde?
Uçakların, sadece katırları ve insanları değil, bazen adaleti de öldürdüğü olur muydu?
Demek ki oluyormuş…
Adını söyleyemediğim sözcükler çırpınıyordu dilimde.
Çaresiz, susuyordum.
Susuyor ve başımı kaldırıyordum.
İşte o an, penceremden görüyordum;
Geçen bahar diktiğim zeytin ağacının, bir kuş konmuş oluyordu incecik dalına.
Tarifsiz bir sevinç doluyordu o an içime; duygu dolu sözlerden, imge yüklü şiirlerden, en güzel ezgilerden birike birike gelmiş gibi hissediyordum…
Gökyüzü, gri perdesini yavaşça aralıyordu.
Güneş tereddütsüzce açıyordu.
Bu sefer ölümün berisinden fısıldıyordu kulağıma o ses:
“Biliyorduk…
Biz umut ettikçe daha çok cesaret bulacaktı çocuklar.
Başka yolu yoktu, biz sevdikçe daha çok güzelleşecekti dünya.”
* * *
Yeni yılda, yepyeni umutlara…