En iyi savaş, hiç başlamamış olanıdır.
Okurlarım bilir. Genellikle öykü dili kullanırım yazılarımda. İnişleri çıkışları olan, duygulu, biraz lirik bir dildir bu.
Seveni vardır, sevmeyeni…
Öyküselliği, belki bir öykü yazarı olmamdan, lirizmi ise şiire olan düşkünlüğümden olsa gerek.
Kısaca, düz yazılar bana biraz ırak. * * *
Bugün ilk defa düz bir yazı yazacağım. Aslında bir değil, iki yazı. Haftaya da, devamı şeklinde Kobani ve Afrin üzerine olacak.
İşi dolandırmadan, hikâye etmeden; becerebilirsem duygusallığa kaçmadan.
Savaş ve barış üzerine olan düşüncelerimi, eğip bükmeden paylaşacağım sizinle.
Zira içinden geçtiğimiz günler, biz eli kalem tutanlara, tarih önünde sorumluluklar yüklemekte. Göz ardı edilemez, sırt çevrilemez, vazgeçilemez sorumluluklar bunlar.
Ülkesini seven, bu toprakların tarihine, kültürüne, insanına değer veren her bireyin duyması gereken sorumluluklar.
Ötesi, yaşamı tel örgülerle, duvarlarla bölmeyen; dil, din, ırk, mezhep ve cinsiyet gibi kavramlarla sınırlamayan; hatta insanlar kadar hayvanların da yaşama hakkına inanan; hayvan kadar doğanın, bitkinin, börtünün, böceğin de varlığına değer veren bizler için daha büyük bir sorumluluk bu.
* * *
Bugünlerde yeni bir savaşın içindeyiz. Amerika’nın gazına gelip Emevi Camii’nde namaz kılmaya heveslendiğimizden beri korkuyorduk. Yanı başımızda yakılan bir ateşin içine adım adım çekildiğimizi hissediyor, ürküyorduk.
Sonunda korkulan oldu!..
Bir süredir Orta Doğu’da aralanan cehennemin kapısından biz de girdik. Bizim olmayan bir coğrafyada, bizim olmayan bir savaşın içindeyiz şimdi.
Topluca savaşı kutsuyor, ülke olarak tek sese biat ediyor, cümle muhalefet partileri olarak, sonu ölümden, kandan, gözyaşından ibaret olacak bu kutsanmış yoldan uygun adımlarla yürüyoruz.
Savaş başlar başlamaz, iktidarın ilk yaptığı şey, muhalif sesleri kısma çabası oldu. Bir kısım medyaya başbakan aracılığıyla verilen brifingde gazetecilere, nasıl gazetecilik yapmaları öğretilmeye kalkıldı.
Bir zamanlar, asker vesayeti altında yapıldığında yerin dibine batırırdık böyle bir olayı. Adına andıç falan derdik. Peki, şimdi nerede kaldı basın özgürlüğü? Çok şikâyet ettiğimiz askeri vesayet rejiminden farkımız oldu mu? Yoksa dün dündü, bugün de bugün müydü?
Hemen ertesinde bir cadı avı başlatıldı. Savaşa karşı çıkmayı, söz kurmayı, düşünce beyan etmeyi, sorumluluk almayı suç saymaya başladılar.
Ne demek yani? İktidarın istemediği herhangi bir devlet politikasına karşı, söz söylemeyecek mi insanlar!?.
Bu ülkenin aydınları, bilim insanları, sosyologları, felsefecileri, yazarları, sanatçıları susacak mı? Sadece alkışlamak mı mübah olacak savaşı?
Bir savaşta alkışlar ne kadar çok duyuluyorsa, gerçekler o kadar hızlı ölmez mi? Bir ülkenin bilim insanları, aydınları susarsa, o ülkenin geleceği kurumaz mı? Bir savaşta ölenlerin sayısı çoğaldıkça, geride kalanların umutları azalmaz mı?
Gazeteciyi, yazarı, aydını susturarak; bir haberi, bir fotoğrafı, haritayı yasaklayarak; atılan tweet'lerin peşine düşerek neyi çözebiliriz?
Bir gerçeği en fazla ne kadar gizleyebiliriz? Peki, diyelim kendi ülkemizden gizledik; dünyayı nasıl kandırabiliriz? Başımızı soktuğumuz kumda soluk almadan, görmeden, işitmeden ne kadar kalabilir, nasıl yaşarız?
Bugünkü heyecanımıza bakmayın siz. Unutulmamalıdır ki, çoğu savaş heyecanla başlar, alkışlarla devam eder, felaketle son bulur.
Yurtta Sulh Cihanda Sulh
Bir zamanlar, kurucu iradenin ortaya koyduğu bir vizyonu vardı bu ülkenin. Adına Yurtta Sulh Cihanda Sulh denmişti. Şimdi sormazlar mı insana, nerede kaldı bu vizyon?
İstisnaları elbette olmuştu bu barış politikasının.
1950’li yıllarda Kore’ye asker göndermiştik örneğin. 741 ölü, 163 kayıp, 2068 yaralı vermiştik elin ülkesinde… Aradan bunca zaman geçti. Şimdi ABD’ye köpürüyor, NATO’ya küsüyor, BM’e kızıyoruz.
Peki, elinizi vicdanınıza koyun da sorun bakalım; biz Kore’ye niye gitmiştik? Başkasının kirli savaşı için niye ölmüştük? İyi mi yapmıştık peki? Elbette ki hayır!
Sahi Afganistan’a, Bosna’ya neden asker gönderiyoruz? Ya Kıbrıs’a müdahale?
Dünyadaki bütün Türklerin –niye sadece Türklerinse?- hamiliğine mi soyunmalıyız yani? Bir Türk’ün bir Arap’tan, Kürt’ten, Afrikalı'dan daha değerli olduğuna mı inanacağız? Ya da bir Alman’dan, Fransız’dan, Asyalı'dan… Amerikalı bir yerliden çok daha değerli mi kanımız?
Müdahaleciliğin sonu yok ki! Müdahale etmek için gerekçe üretmenin de...
İsteyen illa bir gerekçe bulur; ABD Vietnam'a saldırır, Rusya Macaristan’a, Çekoslavakya’ya, Afganistan’a... Batı bir araya gelir Irak’ın üstüne çullanır, Libya’yı fetheder, Suriye’ye göz koyar.
İsrail 'vatanım' diye Filistin topraklarını işgal eder, oraları cehenneme çevirir. Arabistan, batıyı arkasına alır Yemen’e saldırır; Fransa Ruanda’da iç savaşı kışkırtır; ABD bir türlü sahneden inmez; bir gün Afganistan dağlarını bombalar, başka bir gün Somali’yi. Kuzey Kore’yi hedefe koyar; İran’da ve Küba’da rejimi devirmeye kalkar… Ve harıl harıl çalışmaya devam eder silah fabrikaları, rekorlar kırar. Böylece cehenneme döner dünya...
Peki, şimdi gelelim daha yakınımıza. Söyleyin, komşuya niye savaş açtık biz?
Afrin ya da kendi insanının diliyle Efrîn. Suriye’deki iç savaşı uzağında durmaya gayret eden bir bölge. 7 kasaba ve 360 köye sahip. Bizimle bir derdi yok.
Üstelik Esad rejiminden uzak durmuş, IŞİD’i bölgeye sokmamış, aksine IŞİD’ten kaçan, kendi nüfusu kadar göçmene kucak açmış bir halk. Reyhanlı’ya, Kilis’e komşu. Çoğunluğu Kürt; bir kısmı da Arap ve Türkmen. Bölge halkında, Abdullah Öcalan sempatizanlığı olduğu da açık. Ancak, kendi kurumsal partileri olan PYD, tüm bölge Kürtlerinde olduğu gibi orada da en örgütlü parti.
Afrin, büyük çoğunluğunu Kürtler olmak üzere bu insanların ana vatanı. Hatay’ın üçte biri kadar bir toprak parçası. Üstelik dünyadaki Kürt nüfusunun neredeyse yarısının yaşadığı bizim ülkemizdekilerle akraba, hısım.
Şimdi biz, kırk yıldır savaşarak çözemediğimiz kendi ülkemizdeki Kürt sorununu bir kenara bırakıp Suriye’deki Kürtleri mi yola getireceğiz? Bunca yıldır içinde debelendiğimiz, Türkleri de, Kürtleri de yiyip bitiren bu savaşı unutup komşudaki Kürtlerin üzerine mi yürüyeceğiz?
Ortalama bir akıl, kendi içimizdeki bu savaşı bile anlamsız bulurken; daha birkaç yıl önceki gibi çözümün konuşmaktan, sözden, birbirini anlamaktan geçtiğine inanırken, komşumuzdaki Kürt’le yapılacak bir savaşa nasıl razı olabiliriz?
Biz bu insanlarla Urfa önünde birlikte dövüşmedik mi? Çanakkale’de omuz omuza verip birlikte şehit düşmedik mi? Afyon’daki Kocatepe Şehitliği’nde Diyarbakırlı Kürt’le, Samsunlu Türk yan yana uyumuyor mu?
Bu soruları çoğaltarak sormalıyız. Konuşmaktan korkmamalıyız. Zira bir savaşta konuşanların sayısı azaldıkça ölenlerin sayısı artar. Bunu da unutmamalıyız.
Düşünelim; kaç Kürt’ü daha tepeler, kaç Türk’ü daha şehit verirsek biter bu savaş?
Kaç kentin daha yıkılıp tarumar olması, kaç ocağın sönmesi, kaç ömrün daha heba olup gitmesi gerekir?
Bugüne dek 40 bin insanımız ölmüş. Yaralı ve sakat kalanın sayısı tutulamıyor. Çeyrek yüzyılı çoktan geçti, yarım yüzyıla yaklaşan bir savaşın içindeyiz; ister politikanın diliyle konuşun, ister edebiyatın, ister sosyolojinin; isterse de askeri terminolojinin. Adına terör deyin, felaket deyin, savaş deyin. Ne derseniz deyin. Sonunda insanlar ölüyor, canlılar yok oluyor, doğa tahrip oluyor, ekonomik kaynaklar tükeniyor… İnsanlar öldükçe, umutlar daha çok azalıyor, geleceği daha çok kuruyor toplumun...
12 Eylül darbesinden beri tanığım. Yönetenlerimiz afaki nutuklar atarlardı hep; “gelecek bahara iş tamam” “sonraki yıl düze çıkacağız” “az kaldı terörün kökünü kazıyacağız”…
Eee, sonra? İnsan aklıyla bu kadar mı alay edilir? Değişen bir şey var mı? Bu nutukları çekenler şimdi neredeler? Rahatlar mı? Yüzleri kızarıyor mu?
Evet, değişen bir şey var. Yirmisine, yirmi beşine varmamış gençlere daha çok mezar kazıyoruz. Analar daha çok ağlıyor, birlikte daha çok gözyaşı döküyoruz... Kaynaklarımız daha çok tükeniyor. Üstelik eskiden kendi yurdumuzda kovaladığımız Kürt’ü, bugünlerde el âlemin ülkesinde kovalar olduk.
Şimdi, aynı söylevlere bir kez daha inanmamızı istiyorlar bizden. Yirmilerinde bir genç olsam inanayım. Ama ben yaşadım, gördüm, tanık oldum; 40 bin insan öldü ülkemde, 40 bin mezar kazdık, 40 bin can verdik bu topraklara; 40 bin baba ağladı, bir o kadar ana ağıt yaktı, dizini dövdü…
Kaç yıl daha sabretmemizi bekliyorsunuz bizden? 1 yıl, 10 yıl, 20 yıl, yoksa 40 yıl daha mı? El insaf, bir asır mı sürsün istiyorsunuz bu savaş?
Büyük bilim insanı Albert Einstein atomu parçalarına ayırmış, demiş ki; “aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır”
Bu inat niyedir peki? Bir de kucaklaşmayı düşünelim bu insanlarla! Gidip bir oturalım Kürt’ün sofrasına, konuşmayı deneyelim. Hele bir kulak verelim diyeceklerine. Gör bak, nasıl da hazır, o yok canıyla lokmasını paylaşmaya. Gör ki nasıl da özlem duyuyor kucaklaşmaya. Defalarca kez gittim, gezdim, yaşadım oralarda; ekmeğinden yedim, toprağını kokladım, hürmetini gördüm.
Şu soruyu sormamız gerekiyor; savaşta ölenler kim? Kazananlar ve kaybeden kimler?
Kusura bakmayın, benim gördüğüm şu; on binlerce ölünün içinde bir milletvekilinin, bir bakanın, bürokratın çocuğu yok! Zenginlerin çocukları da yok! Sanki sihirli bir el, onları bu cehennem ateşinden çekip alıyor. Kimi rapor alıp çürüğe çıkıyor, kimi parayı bastırıp askerden yırtıyor!
Paralı askerlik denen şeyi çıkarmışlar. Parası olan, demek ki askerlik yapmayacak! Tamam, askerliğe taraf, ya da karşı olabilirsiniz; veya profesyonel askerlikten yana tutum alabilirsiniz. O ayrı. Ancak askerlik bir yurttaşlık göreviyse, herkes eşit bir şekilde bu görevi neden yapmasın? Parası olmayan gariban gitsin ülkeyi korusun, şehit olsun; parası olanlar da vatanseverlik ve şehitlik üzerine nutuk atsın!...
Geçtik anayasal eşitlik ilkesini, evrensel hakkı, hukuku; hangi insanlık vicdanına sığar bu? Hangi ahlak anlayışının ürünüdür?
Hep hayal etmişimdir; biz, savaşın değil barışın ülkesi olmalıyız.
Silahlanmanın değil, silahsızlanmanın öncülüğünü yapmalıyız.
NATO dâhil, hiç bir savaş örgütüne üye olmamalı, yayılmacı hiç bir gücün arkasına takılmamalıyız.
Dünyadaki bu kirlilik denizinde, silahlardan arınmış bir barış adası olmalıyız.
Belki biraz yoksul, belki biraz daha az gelişmiş kalabiliriz, belki silahlarımız olmayabilir…
Ama olsun, GDO’suz yaptığımız tarımız olur; doğal ürünlerimiz, temiz suyumuz, kirlenmemiş derelerimiz, nefes alacak şehirlerimiz; otlayan ineklerimiz, yürüyen tavuklarımız olur…
Barış ülkesi deyince, dünyada parmakla gösterilen, herkesin gıpta ettiği bir ülke oluruz. İnsanları olabildiğince eşit, özgür; yurttaşlarını dinine, diline, etnik kimliğine, cinsiyetine, özel tercihlerine göre ayırt etmeyen...
Onurlu, gururlu, başı dik insanları olan; eğitimine, sağlığına, tarımına, doğasına, insanına değer veren.
Silahlanmanın, silah üretiminin ve ticaretinin yasak olduğu bir ülke! Belki bir ütopya ülkesi...
Ne dersiniz, zor mu?
Yoksa mümkün değil mi?
Ya da olanaksız mı?
Peki ya hayal etmesi?