Bahçelerde mor meni Verem ettin sen beni Ya sen benim ol ahçik Ya ben olam Ermeni
Vank’ın Çocukları, uzun süredir Dersim üzerine sözlü tarih çalışmaları yapan Nezahat-Kazım Gündoğan çiftinin üçüncü belgesel çalışması.
Daha önce çektikleri İki Tutam Saç (2009) ve Hay Way Zaman (2014) belgeselleriyle Dersim’in Kayıp Kızları özelinde 1937-38 Dersim tarihinin yeniden tartışılmasının önün açmışlardı. İki Tutam Saç/Dersim’in Kayıp Kızları belgeseli, 2009 yılında kamuoyunda büyük ilgi görmüş, Tunceli (Dersim) olaylarının yeni bir çerçevede tartışılmasını sağlamıştı. İlk belgeselin oluşturduğu gündem üzerinden, Onur Öymen’in yaptığı bir konuşma ile bu tartışmalar doruğa taşınmıştı. Muhtemeldir ki bunda, iktidarı elinde tutan güç odaklarının, dönemin günahlarını rakip bir partiye yıkma hedefinin de önemli rolü olmuştur.
Gündoğan çiftinin, 1937-1938 Dersim olaylarının, yaşayan canlı tanıklarıyla yüzleşme çalışmalarının birçoğunun tanığı olmuş birisi olarak, yaşadıkları acılarla dolu bir geçmişin bu son tanıklarının peşinde sürülen binlerce kilometrelik yol, yapılan yüzlerce görüşme, sayısız çekim, kayıt, katlanılan bunca meşakkat… Bazen son nefeslerine yetişilerek görüşülen tanıklar, bazen içlerine gömdükleri o derin acıları mezara taşıyanlar, bazen de çocuk yaşta ayrıldığı kardeşiyle 70-80 yıl sonra başka bir dilde, başka bir mezhepte, başka bir inançta buluşanlar… Kısaca, acıya kesmiş bir tarihin, Dersim tarihinin kanayan yaraları…
Bu sene, 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde Ulusal Belgesel dalında üçüncülük ödülü alan Vank’ın Çocukları’nda, bu sefer evlatlık verilen Kürt çocuklarının değil, geçmişlerinden koparılmış Ermeni çocukların izi sürülüyor.
Hozat yakınlarındaki Halvori köyünün Vank mezrası. Burada, 1938’e kadar tutunmayı başaran Surp Garabed Manastırı. Bu manastırın keşişi; Toros Vartebetyan ve onun torunları. 1938’deki Dersim topraklarına düşen ateşte kimi öldürülmüş, kimi sürgün olmuş, kimi kayıplara karışmış. Köklerinden kopmuşlar, izlerini kaybetmişler. Vank’ın çocukları onlar. Bugün neredeler, hangi derin acıların sürgünleridir, yaşıyorlar mı?
Film, kameralara konuşmak istemeyen bir anne ile başlıyor. Çoğunlukla olduğu üzere... Kara bir tarihtir o; karanlıktadır, geçmiştir. Anlatırken, hep baygınlık gelir anlatanların üzerlerine, gözlerini kaçırırlar; kapat şu cihazı derler, hatırlamak istemezler…
Belgeselde, İzmir’de yaşayan Zeynep öğretmenin köklerine olan özlemi vardır. Annesi Fatma Kiremitçi’nin, tesadüfen Tuncelili bir Ermeni olduğunu öğrenmiştir Zaynep. Annesi Fatma’nın, 1938 olaylarında ailesinin bir kısmı öldürülmüş, kendisi de evlatlık verilmiştir.
Sonrası, acıya kesmiş bir tarihe hüzün dolu bir yolculuktur. Bazen bugünde donan, kimi zaman geleceğe uzanan, çoğu zamansa geçmişin karanlık labirentlerinde ilerlemeye çalışan.
Tanıkları olur bu yolculukların. Adları başka başkadır, soyadları başka. Farklı bir kimlikle dolaşırlar aramızda. Kürt’tse Türk olmuştur, Ermeniyse Kürt. Az’dan, biraz daha fazla olana çoğalmışlardır yani. Kiminin, Katolikten Aleviye dönüşmüştür inancı, kimininse Aleviden Sünniye… Diliyse Türkçe olmuştur çoğunlukla.
Kökleri, Dersim’de, Halvori Vank Köyü’ndedir aslında Zeynep öğretmenin. Oysaki oldu olası Beyşehirli bilmiştir kendini. Bir de dayısı vardır. Sonradan, gerçek dayısı olmadığını anlayacağı... Annesi Fatma Kiremitçi’dir, Türk ve sünni. Hâlbuki köklerinden koparılmadan önce Kiremitçiyan’dır soy adı. Adıysa, Aslıhan. Bir gece Fatma olmuştur aniden! Yaşı 12’ye büyütülür, şahadet getirtilir, babası yaşında adama verilir, evlendirilir. “Çok şükür” diye anlatacaktır sonradan, Müslüman olmuştur böylece.
2000’li yıllarda, taştan, topraktan, harabeden ibarettir Halvori. Bir kasırga esmiştir 1938’de, bir vurgun yemiştir, bir ateş kavurmuştur o kadim toprakları. Öyle bir vurgundur ki bu, sarmıştır bütün gövdesini. Öyle bir yangındır ki yakmıştır tüm köklerini.
Fatma, yaşadığı sürece ailesinden, akrabalarından, kardeşlerinden hiç söz etmez. Geçmişini arayan Zeynep’in çabalarına karşı bir gün Londra’dan bir telefon gelir. Karşıdaki ses halasıyla görüşmek istediğini söyler. Telefonu Aslıhan Kiremitçiyan alır. İlk sözü, “Zartar ablam öldü mü?” olur…
Zartar Kiremitçiyan. Bir başka mensubudur o köklerin. Elif diye yaşamak zorunda kalmıştır hayatının çocukluktan geri kalanını. Biraz daha şanslıdır. En azdan, biraz daha fazla olana çoğalmıştır çünkü. Tunceli’nin başka bir köyünde Ermeni’den Kürt’e dönüşmüştür hayatı, mezhebi ise Alevi’dir.
İki Ermeni kız kardeş. Biri Türk, diğer Kürt olarak sürdürmüştür yaşamlarını. Mezhepleri ise Sünni ve Alevi. Ölene dek birbirini göremezler. Köklerine bir daha dönemezler. Zartar’ın kızı Kadriye, yıllar sonra köklerinden getirdiği bir avuç toprağı annesinin mezarına dökerek teselli bulur.
Tarih denen şey, hüzünlü bir hikâyeye dönüşmüştür Dersim’in topraklarında, izleri Kazım ve Nezahat tarafından sürülen.
Görüntüler kayda girdikçe, o hikâye biraz daha acımıştır. Tarihin gizli kalmış belleğinden bir yara daha açılmış, Kirmetçiyan konuştukça bu yara biraz daha kanamıştır.
Kameralar hüzün dolu bakışlarla süzer Halvori’nin yamaçlarını. Tarihin inkâr ettiği bir dilde akar kelimeler ekranda. Türkçe sesler anlatır Emine’nin acılarını. Asıl adı Give’dir onun. Çocuklarının ve torunlarının ağzından dile gelir, Give’nin köyüne olan özlemleri. Kızı Cevahir ve torunu Ahmet’tir bunca acının sözlü tanıkları. Halvori Manastırı’ndaki keşişin torunlarıdır onlar. Garabet ve Agop adlarının döküldüğünü anımsarlar annelerinin ağzından. Harap yüzlü duvarlara bakarak konuşurlar. Give’nin annesinin, babasının, abisinin öldürülüşüne tanıktır o duvarlar. Duvarların haraplığı bundandır. Taşların suskunluğu bundandır. Tanrıların yaktığı o cehennemden kendisiyle birlikte, yalnızca 10 yaşındaki kız kardeşi Sultan kurtulmuştur. Dersim’in Halvori yamaçlarında kökler, bir kez daha sökülmüştür derinlerden. Bir kez daha kurumuş, ayrılmıştır birbirinden. Give ve Sultan’ın, Kürt ve Alevi olarak farklı şehirlerde, başka hikâyelere akmıştır yaşamışları. Ölene dek, bir daha görmemişlerdir birbirlerini.
Sene 2012, Mayıs ayı.
Akdamar Adası’nın zirvesindeyiz.
Akdamar Kilisesi restore edilmiş, o sene ilk defa ibadete açılmıştır.
Adanın tepesinde uçurtma uçuruyoruz.
Düşlerimizdeki Uçurtma’yı.
Aslında bir belgesel filmin çekimleri için oradayız.
Sevgili Kadir, 12 yaşında, kendisine eşlik eden tekerlekli sandalyesinde, göklerdeki uçurtmasının ipini heyecanla çekmektedir.
Kilisenin içini gezmiş, taş kabartmalarına dokunmuş, bir zamanlar varlıklarıyla bu coğrafyaya zenginlikler katmış insanların ruhunu hissetmeye çalışmıştım.
Tepedeki kilisenin yanındaki ağaçların arasında, asistanımız yanıma geldi.
Beraberinde uzun boylu, kalın kaşlı, alnı çizgili, siyah gözlü biri vardı.
“Abi” dedi, “bu galiba Amerikalı, bir şeyler soruyor, anlamadım?”
Steve Barsamian’dı, Amerikalı bir avukat.
Van Denizi’nin ortasında, bir adanın tepesinde, Akdamar Kilisesi’nin heybetle uzanan gölgesinde dinlemiştim onu.
İstanbul’daki babasının mezarını ziyarete gelmiş, oradan Sivas’ın Divriği ilçesindeki dedesinin kabrini ziyarete gitmişti. Acıya kesen tarih onu, 1915 sonrasında Philadelphia’ya sürüklemişti.
Üzgündü ama kızgın değildi.
Atalarının el ayak sürdüğü coğrafyayı iyi tanıyordu. Akdamar’ın ziyarete açıldığını duymuş, gelmişken ziyaret etmek istemişti. Bizim orada ne yaptığımız merak ediyordu…
* * *
Şimdi, Vank’ın Çocukları belgeselini izleyip de, Akdamar Adası’nın zirvesinde karşılaştığımız Amerikalı Steve’ı düşündüğümde bir kez daha anladım.
Vank’ın Çocukları yaşıyordu!
Amerika’da, Fransa’da, ya da Anadolu’da.
Kimi Bitlis’ten göçüp, Kaliforniya’da Fresnes kasabasında yaşıyor, Amerikan kısa öykücülüğünün büyük ustası olarak ün yapıyor, adı William Saroyan oluyordu.
Kimi, atalarının mezarlarını Anadolu’da bırakıp, Philadelphia’da avukat oluyor, Steve Barsamian olarak yaşıyordu.
Bir başkası ise Adıyaman’dan yola koyulmuş; tornacı, şair, yazar olarak Fransa’da faşizme karşı yer altı direnişin önderi olmuştu. 1944 Şubat’ında, Mont Valerien’de Nazilerce kurşuna dizilecekti. Adı Misak Manuşyan’dı ve bir efsane olarak yaşıyordu.
Kimiyse içimizdeydi onların; İzmir’de Zeynep’ti, Tunceli’de Elif ya da Kadriye; Londra’da başka biriydi…
Geçmiş, kimi zaman ne kadar da acımasız akıyordu.
Beklenmedik zamanlarda, hiç istenmedik anıları getirip koyuyordu önümüze.
Hatırlayalım ve yüzleşelim diye.
Bazen hatırlıyor, bazen unutuyorduk.
Ama bir şey kesindi ki yüzleşmiyorduk, yüzleşemiyorduk.
* * *
Dersim’in öfkeli coğrafyası.
Hozat’ın Halvori tepelerinde bir düzlük.
Orada, incitilmiş bir tarihin izlerini taşıyan yıkıntılar var şimdi.
Bin yıllık Halvori Surp Garabet Manastırı ilelebet yok artık!
Şapellerinde ilahiler okumuyor, dilek tutulmuyordu.
Lakin, gördüm ki, Vank’ın çocukları yaşıyorlardı.
Amerika’daydı onlar; Fransa’da, Londra’da, Anadolu’da, aramızdaydılar.
Hala komşumuz, dostumuz, acı ortağımızdı onlar.
Alelade insanlardı yani.
Hikâyeleri biraz acı da olsa, çokça hüzünlü de.
Kendileriyle konuşabilir, oturup dertleşebilir, eskiden olduğu gibi ortak hayaller kurabilirdik.
Her an içimizdeydi onlar.
İsimlerini, geçmişte unuttuğumuz, bir yanı yaralı hayatımızdı.
İstediğimiz an dokunabilir, yüzleşebilirdik
Dokunamadığımız sadece vicdanımızdı.