Emmanuel Macron, 7 Mayıs 2017'de oyların yüzde 65,1'ini alarak, aşırı sağcı Marine Le Pen'i geride bıraktı ve Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa'nın geleneksel partileri Sosyalist ve Cumhuriyetçi partilerinin inişe geçtiği, hatta çöküş yaşadıkları döneme rast geldi. Seçilmesi için ikinci tura kalması yeterliydi. Çünkü karşısında, 'sistem dışı' olan, Fransa'nın 'ırkçı' kanadının oyunu alan ve iki turlu sistemde tüm demokratların karşısında blok olacağı 'Ulusal Cephe' Partisi ve Başkanı Marine Le Pen vardı. Ve seçildi.
Ancak görünen köy kılavuz istemiyordu. Emmanuel Macron Fransa'nın ana dokusuyla uyumlu değildi. Arkasında geleneksel bir parti yoktu. Kısa bir dönem yaptığı bakanlık sırasında da sendika ve işçilerle kavga etmişti. Toplumu kucaklayabilecek bir dili yoktu. Kriz yaşayan Fransa'da bu seçimin sorunu çözmeyeceği ve bu seçimle Fransa'nın daha da büyük krizlere gebe olduğu görünüyordu. Öyle de oldu.
Fransa, iki yıldan beri sokakta…
Macron'un dış politikasına bir göz atalım. Başından beri 'Geleneksel De Gaulle' siyaseti uygulamaya çalışsa da dünyanın artık 1960'lar dünyası olmadığını göremiyor ve dolayısıyla burada da uyum sorunu yaşıyor.
Nedir gelenekçi De Gaulle siyaseti?
Fransa'nın 1945'ten itibaren izlediği politika Charles De Gaulle tarafından belirlendi. Bu da, Fransa'nın lider olduğu bir Avrupa bütünleşmesi yaratmaya çalışmaktı. Ancak, Nazi işgalinden ABD ve İngiltere sayesinde kurtulan Fransa, 2'nci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik ve siyasi yıkım yaşadı. Süper güçten orta sınıf bir güç haline geldi. Fransa'nın siyasi olarak bağımsız ve egemen bir devlet olması yönünde adımlar atan De Gaulle Avrupa bütünleşmesine aşırı ulusalcı bir tutumla yaklaştı. "Benmerkezci" bir tutum sergiledi. Devletlerin ulusal bağımsızlıkları için savunma konularında egemenliklerini paylaşmamaları gerektiğini savunan De Gaulle, güvenlik meselesini her şeyin üstünde tuttu.
Daha sonra Valery Giscard d'Estaing, François Mitterrand, Jacques Chirac, Nicolas Sarkozy ve François Hollande bu politikadan çok uzaklaşmamakla birlikte, özellikle Mitterrand ve Chirac Avrupa'nın bütünleşmesine epey emek verdiler.
Seçim kampanyasında ve ilk döneminde ulus-devletler Avrupa'sına geri dönüş yerine, liberalleşme ve federalleşmeyi savunan Emmanuel Macron, ülkede giderek yükselmekte olan 'aşırı sağ'ın oy çalmasını engellemek amacıyla geleneksel 'De Gaulle' çizgisini izleme kararı almış görünüyor.
Marine Le Pen'in cumhurbaşkanlığı seçiminde AB'den ayrılığa işaret eden vaatleri ve AB'yi "Avrupa'nın en büyük düşmanı" olarak tanımlaması, Fransa'da etki yarattı. Hatta İngiltere'nin yaşadığı 'Brexit'in benzerinin Fransa'da tartışılmasına, 'Frexit' yaşanmasının 'dillenmesine' neden oldu. Macron'un politikası, Frexit konusunda belirleyici olacak. Başarısızlığı ve 'Marine Le Pen'in bir sonraki seçimde halk tercihine maruz kalması, belki de Fransa'yı AB'den ayrılan bir ülke konumuna getirecek.
Resmi rakamlara göre Fransa, kişi başına düşen milli gelir (yaklaşık 44 bin Dolar) sıralamasında ilk 20 ülke arasında yer alıyor. Artan nüfus ve reel gelirin adil bir şekilde dağıtılmaması sebebiyle Fransa'da orta sınıf sürekli olarak daralarak, alt-sınıflaşma sorunu yaşıyor. Macron'un gelir adaletsizliğini daha da bozma riskine sahip politikalar izlemesi halkın tepkisine yol açıyor. Önce "Servet Vergisi" uygulaması, 1.3 milyon Euro'dan fazla serveti olan vatandaştan alınan bu vergi ciddi sayıda vatandaşın servetinin Fransa'dan kaçmasına neden oldu. Sonra Macron geri adım attı.
Macron'un çalışma yasasında yaptığı değişiklikle, işçilerin işten atılmaları kolaylaştı. Düşük gelirli kesime devletin sağladığı kira yardımlarında kesinti yapması, dar gelirli ve orta direğin yaşam koşullarının daha zorlaşması, Fransa'nın Avrupa ülkeleri arasında petrolü en pahalı kullanan ülke konumuna gelmesi tepkilere yol açtı. Sarı Yelekliler sokakları işgal etti. Son olarak emeklilik yasası bardağı taşıran son damla oldu.
Sonuçta Macron'u getiren ülkenin içinde bulunduğu krizdi, iki yıldan beri daha da büyüyen kriz götürecek.