Tüm zamanların en çok bilinen ayçiçeği tablolarının ressamı Vincent van Gogh'un kendisi de bir ayçiçeği tutkunuydu. Ve "Ölümü hatırla!" anlamına gelen bu Latince 'Memento mori! buyruğuna, ölmekte olan ayçiçekleri resimlerinden çok önce ve daha çocukluğuyla bir yanıt vermişti: "Zaten hiç unutmadım ki!"
Hollanda'nın küçük bir kasabasında 1853 yılında dünyaya gelen van Gogh, protestan bir vaizin oğlu olarak çocukluğunu kilisenin bahçesindeki bir evde geçirir. Evleri kilise mezarlığıyla iç içedir. Ve pencerelerinden biri dosdoğru kendi adının yazılı olduğu bir mezar taşına bakar. Ressamın doğumundan bir yıl önce annesi bir bebeğini kaybetmiştir. Ve kilisenin bahçesine gömülen bu çocuğun ismi bir sonrakinde yaşamaya devam eder. van Gogh, evdeyken gözlerini bu mezar taşından alamaz. Hemen her gün annesi onu pencerenin önünde dikilmiş, kendi 'geleceğine' bakarken yakalar. Ve belki de geleceği bu kadar doğrulukla bilmenin çaresiz huzursuzluğuyla, çocuğunu pencerenin önünden hemen uzaklaştırır.
van Gogh araştırmacıları, bu 'ölümü unutamama'nın ressamın çocukluğuna etkisi konusunda farklı fikirlere sahiptir. Yine de fikirleri bir konuda uyuşur. van Gogh 'zor' bir çocuktur. Ve bu zorluk bütün hayatının bir parçası olur. Zira zor çocuk büyür ve büyüyünce ancak Kızıl Çatlak olur.
Ünlü ressam hayatının ilk otuz yılında öğretmenlik ve vaizlikten, kitapçılık ve sanat simsarlığına kadar çeşitli işler dener. Fakat hiçbirinde başarılı olamaz. Başarısızlığı sadece iş yaşamıyla da sınırlı değildir. van Gogh, gönül işlerinde de zarardadır. İlk olarak 21 yaşındayken Londralı bir kız tarafından reddedilir. Ve bu kabul görmeme, sosyal ilişkilerinde zaten zorluklar yaşayan Vincent'e büyük bir hayal kırıklığı yaşatır. Yirmi yedilerine geldiğinde bu sefer dul bir kuzenine âşık olur. Ve elleri yine boş kalır. Kadınlarla bundan sonraki ilişkileri hep kısa sürelidir. Bazen bir Paris genelevindeki kısacık bir temasla sınırlı…
van Gogh zor ve yalnız bir insandır. Zorluğu yüzünden yalnız, içine kapanık ve 'garip' davranışlı… Fakat bütün dikenlerine karşın onun yine de Theo'su vardır. Kendinden dört yaş küçük kardeşi. Ama sanki babası ve kucağına sokulduğu annesi…
27 yaşına geldiğinde van Gogh'un halen düzenli bir işi yoktur. Ve ekonomik olarak, Paris'te sanat simsarlığı yapan kardeşi Theo'ya bağımlıdır. Ama artık hayatının işini bulduğunu düşünür. Ve o döneme göre geç sayılan bir yaşta, 27 yaşında van Gogh ressam olmaya karar verir. Artık bütün vaktini resim yapmaya adamıştır. 1880 yılından 1890 yılına, yani 37 yaşına kadar süren on yıllık ressamlık hayatına sanki geç başlayan ressamlığını telafi etmek istercesine 860'ı yağlıboya ve 1300'ü suluboya, çizim ve eski olmak üzere toplamda 2100'den fazla eser sığdırır. Bazen resimlerini o kadar hızlı yapar ki bir gün bunun fark edileceğinden çekinir. Ve sanat çevresiyle yakından ilişkili olan kardeşi Theo'ya, olur da eğer birileri bu resimlerin çok hızlı yapılmış gibi göründüğünden şikâyet ederse ona "Asıl siz çok hızlı bakıyorsunuz!" diye karşılık vermesini önerir.
Fakat hayattayken sadece bir resmi satılan van Gogh geçimini resim yaparak sağlayamaz. Başarılı bir sanat simsarı olan ve Paris sanat dünyasını içeriden tanıyan Theo onun maddi manevi tek destekçisidir. Ve onda özel bir yetenek gördüğünden midir yoksa sadece kardeş sevgisiyle hareket ederek elini attığı her işte başarısız olan 'dengesiz' abisine yardımcı olma çabasından mıdır bilinmez, ama onu aralıksız destekler. İki kardeş birbirine çok yakındır. Veya van Gogh, duygusal anlamda da kardeşine bağımlıdır. Aralarında sürekli olarak mektuplar gidip gelir. van Gogh Theo'ya toplamda 600'den fazla mektup yazar. Zaten ressamın özel yaşantısı ve ruhsal dünyası hakkında bilinenlerin çoğu bu mektuplardan gelir.
van Gogh bu mektuplarla Theo'ya bütün iç dünyasını açar. Duygularını, umutlarını ve hayal kırıklıklarını anlatır. Yazdıkları onun ruhsal değişkenliğinin de bir kaydıdır. Örneğin, hayranı olduğu ve mektuplarında yere göğe sığdıramadığı bir yazardan aniden soğur. Ve yeni mektubunda Theo'ya "Ben bütün kitaplarını attım!" der. "Bence sen de atmalısın." Mektuplar ressamın gelişimine de tanıktır. van Gogh kardeşine mektuplarında, yapacağı resimlerin ayrıntılı birer eskizlerini de ekler ve hangi kısımları hangi renge boyayacağına varıncaya kadar anlatır. Ve sanki satır aralarında onu bir gün başarılı olacağına inandırmak ister.
Sonunda van Gogh 1886'da Paris'e kardeşinin yanına taşınır. Ve orada birlikte yaşamaya başlarlar. Paris'te Theo onu Camille Pissarro, Georges Seurat, Henri de Toulouse-Lautrec ve Emile Bernard gibi iyi bilinen isimlerin de aralarında olduğu empresyonist ressamlarla tanıştırır.
van Gogh empresyonistlerin kullandıkları canlı renklerden ve parlak ışıktan ilham alır. Ve kendi benzersiz tarzını geliştirmeye başlar. Önceki resimlerinin aksine bu yeni resimlerinde renklerin canlılığı ve yumuşatılma ihtiyacı duyulmayan, belirgin fırça darbeleri dikkat çeker. Ve bundan sonra defalarca çizeceği ve onunla ayrılmaz bir şekilde özdeşleşecek ilk ayçiçeği resimleri gelmeye başlar. Tohumlanmış kesik ayçiçeği başlarının sarının tonlarıyla tasvir edildiği serinin ilki 1887'de Paris'te tamamlanır. Ve 'Paris Ayçiçekleri' adıyla bilinir.
van Gogh'un kendine özgü Post-Empresyonist tarzı 1888'in başlarında iyice belirginleşir. Fakat Hollanda'daki kırsal evinden sonra Paris'te yaşadığı bu iki yılda şehir hayatının kendisini yorduğunu ve 'hissizleştirdiğini' düşünmeye başlar. Ve kendi benzersiz tarzını yaratmasına yardımcı olmuş olsa da van Gogh, Paris'teki hayata bir türlü uyum sağlayamaz. Özellikle sosyal ilişkileri yine sorunludur. Theo sayesinde sanat çevresine girmiştir. Ama başlangıçta kendisiyle arkadaşlık yapan ve ilham aldığı dönemin önde gelen ressamları, van Gogh'un 'dengesiz' davranışları nedeniyle yavaş yavaş ondan uzaklaşır. Evlerinde ziyaret ettiği kişiler artık ona kapılarını açmaz olur. Ve Theo'nun evinde düzenlenen sanat temalı akşam yemeklerine ünlü ressamlar daha az gelmeye başlar. Zaten çatal bıçaklı sofra adabına da van Gogh fazla 'köylü' kalır. Şehirde boğuluyordur. Kırları özler. Çevresinde kimse kalmamıştır. Ama hiç değilse onun Theo'su vardır.
Paris'in kalabalık sokaklarından ve durmadan sorunlar yaşadığı sosyal çevresinden van Gogh, 1888 yılında kaçar. Ve "doğaya daha parlak bir gökyüzünün altından bakabileceği" bir yere, Fransa'nın güneyindeki güneşli ve sakin Arles'a taşınır. Arles'da doğanın renkleri oldukça canlıdır. Ve kasaba ayçiçeği tarlalarıyla çevrilidir. Güneyin parlak ışığı ve canlı renkleri ressamın tuvaline yansır. Ve van Gogh canlı tonlarda el artırır. Fırça darbeleri de artık daha karakteristiktir. Daha kısa, daha belirgin ve karşıt yönlü… Resimleri lirikleşir. Ve tuvalindeki nesneler canlılık kazanır. Sanki her an hareket edeceklermiş gibi…
Yıldızlı Gece ve İrisler'in de dahil olduğu 200'den fazla ikonik eseri van Gogh, güneşli Arles'da yaratır. Ve ikinci ayçiçekleri serisi olan Arles Ayçiçekleri'ni.
Arles'a gelirken özlemini çektiği kır hayatının yanı sıra van Gogh'un bir hayali daha vardır. Orada, etkilendiği Japon ressamlarınki türünden bir sanat kolonisi kurmak. Başka ressamların da Arles'da kendine katılacağının hayalini kurarak van Gogh, meşhur Sarı Ev'i kiralar. Ve Paris'ten tanıdığı ve hayranı olduğu ressam Paul Gauguin'i hemen Sarı Ev'e davet eder. van Gogh'un 'tuhaf' davranışlarına Paris'ten aşina olan Gauguin başlangıçta Arles'a gitmek istemez. Fakat eserlerinin satılmasına yardımcı olduğu gibi oraya seyahat masraflarını da karşılamayı kabul eden Theo'yu kıramaz. Ve sonunda Arles'daki Sarı Ev'de van Gogh'a katılmaya razı olur.
van Gogh çok mutlu ve heyecanlıdır. Paris'teyken ilk ayçiçekleri serisinden ikisine hayran kalan Gauguin'nın odasını süslemek için hemen işe koyulur. Yeni ayçiçekleri resimleri yapıyordur. Ve Arles Ayçiçeklerinin ilk dördünü Ağustos 1888'de tamamlar.
Fakat Vincent, Gauguin'nin gelişinden beklediğini bulamaz. Gauguin, Arles'da sadece iki ay kalır. Evet, birlikte resim yaparlar. Ama ikili arasındaki ilişki kısa sürede gerilir. Sanatsal fikirlerindeki karşıtlık ve mizaçlarının uyumsuzluğu sürekli tartışmalarına neden olur. Sonunda Noel öncesindeki son şiddetli tartışmalarında van Gogh en ciddi sinirsel krizlerinden birini yaşar. Ve Gauguin Sarı Ev'i terk eder. Yalnız başına kalan van Gogh usturayı kaptığı gibi sol kulağını keser. Ayçiçeklerinin ressamı yine yalnız kalmıştır. Ve iddiaya göre kestikten sonra kulağını bir gazete kâğıdına sarıp, yakınlardaki bir geneleve gider. Ve "Bu sende kalsın" diyerek kulağını bir fahişeye hediye eder.
Bu olay van Gogh'un kötüleşen akıl sağlığının ilk açık işaretidir. Ve hayattaki tek destekçisi Theo'nun nişanlanacağı haberinin hemen üstüne denk gelmesi belki de basit bir tesadüf değildir.
van Gogh ertesi gün yatağında kanlar içinde bulunur. Ve zorla hastaneye kaldırılır. İki hafta sonra taburcu edilirken "Yakında güzel günler gelecek…" diye yazar Theo'ya. "Ve ben yeniden, çiçeklenen meyve bahçelerinin resmini yapacağım."
Fakat o güzel günler gelmez. Ve akıl sağlığı her geçen gün daha da kötüye gider. Sinir nöbetleri sıklaşır. Davranışları daha da tuhaflaşmış olmalı ki o artık kasabanın 'Kızıl Çatlak'ıdır (Le Fou Roux). Ama resim yapmayı hiç bırakmaz. Fırçasını acelesi varmış gibi hızlı hızlı vurarak, resimlerini çabuk çabuk bitirir. Önceki ayçiçeği resimlerini ufak tefek farklılıklarla yeniden üreterek sonunda yedi tabloluk Arles serisini bitirir.
1889'da tamamlanan Arles Ayçiçekleri'nde van Gogh ayçiçeklerini genellikle aynı ve sade bir vazonun içinde resmeder. Seride canlı renklerle boyanmış yedi farklı tablo vardır. Fakat genel düzenleri ve ayçiçeklerinin konumu genellikle aynıdır. Vazonun kenarından dışa doğru basamaklanan ayçiçekleri, ayçiçeği tarlalarının hep bir yöne bakan disiplinli ayçiçeklerine benzemez. Her biri ayrı bir yöne bakar. Ve tıpkı ressamın birbirine çok yakın duran karşıt duyguları gibi hiçbiri birbirine benzemez. Her biri hayatlarının başka bir evresini yaşar. van Gogh'un ayçiçekleri, masanın üstündeki bir kafatası gibi simgesel nesnelerle ölümü hatırlatan resimleri akla getirir. Ölmeye uzak, ölmekte olan ve ölü çiçekler aynı vazonun içinde bir aradadır. Memento mori! "Zaten hiç unutmadım ki!"
Arles Ayçiçekleri, çiçeklerin aranjmanı kadar renkleri bakımından da Paris koleksiyonundan farklılık gösterir. Ressamla en çok özdeşleşen resimlerdir.
Fakat van Gogh yaşarken bu resimler hiç ilgi görmez ve içlerinden biri bile satılmaz. Bu resimleri yaparken dahi abisi halen Theo'nun maddi desteğine bağımlıdır. Eserlerinin kabul görmesi için ressam, ver-hayatını-al-ününü türünden bir anlaşma yapar gibi ancak ölümünü bekleyecektir. Ve ölümünden kısa bir süre sonra Arles Ayçiçekleri anlaşmaya uygun olarak küresel bir üne kavuşur ve sanat tarihinin ikonik eserleri arasına girer. Ve bu yedi resmin her biri beraberinde götürdüğü suskun hikâyesiyle dünyanın dört bir yanındaki müzelere dağılır.
Kısa süren ressamlık hayatında van Gogh ayçiçeklerini tekrar tekrar çizmiştir. Bu çiçeklere tutkundur. Özellikle de Paris'e taşındıktan sonra… Ama neden kendini bu çiçeklerle özdeşleştirecek kadar ayçiçeklerine düşkündür, bilinmez.
Bir açıklama bunu van Gogh'un Paris'te tanıdığı ve hayranı olduğu Gauguin'a bağlar. Zira Gauguin, ilk Paris Ayçiçekleri serisindeki kesik başlı iki ayçiçeği tablosunu çok beğenmiştir. Ve onun tarafından beğenilmek van Gogh için unutulmaz bir başarıdır. Bu ilk başarı ressamın konu olarak ayçiçeklerine ilgisini pekiştirmiş olabilir.
Öte yandan, Theo'ya ve kızkardeşine ayrı ayrı yazdığı mektuplardan da van Gogh'un ayçiçeklerine ilgisinin izleri sürülebilir. Ressamların kendilerine seçtikleri çiçeklerden örneklerle Theo'ya "Jeannin'in şakayıkları ve Quost'un gülhatmisi var" diyor. "Ama ayçiçekleri benimdir!" Bu sözlerden van Gogh'un ayçiçeklerini kendi sanatsal damgası olarak tahayyül ettiği anlaşılıyor. Ama yine de neden bu çiçekleri seçtiğini açıklamıyor.
Son zamanlarında kız kardeşine yazdığı bir mektup van Gogh'un ayçiçekleri hakkında daha dokunaklı bir ipucu veriyor. Ressamın gözünde bu çiçekler kırsal çiçeklerdir. Ve Paris gibi büyük şehirlerin değil fakat Arles veya yine son mektuplarından özlediğini anladığımız Hollanda'daki küçük kasabası gibi kırların çiçekleri… Ayçiçekleriyle sanatsal ilişkisinin özellikle şehir hayatına uyum sağlayamadığı Paris'e taşındıktan sonra ortaya çıkmış olduğu düşünüldüğünde bu açıklama önem kazanır. Zira ayçiçekleri ressamın zihnindeki kır-kent geriliminde zamanla kırların bir simgesine dönüşmüş gibidir. Ve ona kırları ve kırlardaki eski evini hatırlatır.
Sinir krizi, sükûnet ve umutsuzluk döngüsüne hapsolan van Gogh'un sağlığı bir daha düzelmez. Ve 1889 yılında kendi isteğiyle Saint-Remy akıl hastanesine kaldırılır. Burada geçirdiği sürede kendini ne zaman iyi hissetse hemen yine hemen dışarı çıkıp yeni resimler yapar. İyileşme belirtileri gösterince birkaç ay sonra hastaneden taburcu edilir. Ve kesintisiz olarak Theo'yla yazışır. Theo'nun yakınlarda bir bebeği olmuştur. Theo'nun artık büyüyen bir ailesi vardır. "Yakında güzel günler gelecek Theo…"
Ama o güzel günlerden önce, 27 Temmuz gelir. Ayçiçeklerinin Fransa'nın kırlarında en gösterişli olduğu bir zaman… van Gogh şövalesini ve boyalarını alıp, Auvers yakınlarında bir buğday tarlasına gider. Cebinde bir revolver. Şövalesini bir saman balyasına dayar. Ve revolveri göğsüne ateşler.
van Gogh iki gün hayatta kalır. Theo, abisinin son sözlerinden birinin "Keşke böyle ölebilseydim…" olduğunu söyler. Ve dileğinin gerçekleştiğini... "Birkaç dakika içinde her şey bitti. Yeryüzünde bulamadığı huzuru bulmuştu."
Arles'da küçücük bir oda. Ortasında bir tabut. Önünde katlanır bir tabure, şövale ve fırçalar. Çevresinde insanlar. Ellerinde ayçiçekleri. Tabutun içinde otuz yedi yaşında bir ressam. Hiç olmadığı kadar huzurlu…
- Adam Gopnik, Van Gogh's Ear; The Christmas Eve that changed modern art, The New Yorker (4 January 2010) .
- Alastair Sooke, Van Gogh's Sunflowers: The unknown history, BBC Culture (21 January 2014).
Alastair Sooke, Van Gogh and the decision that changed art history, BBC Culture (27 January 2015).
- Colin Wiggins, Vincent van Gogh: The colour and vitality of his works, National Gallery, London (11 March 2016).
- Ephraim Rubenstein, The Letters of Vincent Van Gogh, ASL and Columbia University, New York ( (28 February 2019).
- Five Things you Need to Know About van Gogh's Sunflowers, Van Gogh Museum, Amsterdam https://www.vangoghmuseum.nl/en/art-and-stories/stories/5-things-you-need-to-know-about-van-goghs-sunflowers (1 August 2022).
- Frances Spalding, How Van Gogh's Sunflowers came into bloom, The Guardian (17 January 2014).
- Jonathan Jones, Vincent van Gogh: myths, madness and a new way of painting, The Guardian (5 August 2016).
- Katie Hanson, Van Gogh: Paintings, Museum of Fine Arts, Boston, (28 December 2016).
- Letter from Emile Bernard to Albert Aurier, Paris, http://www.webexhibits.org/vangogh/letter/21/etc-Bernard-Aurier.htm (2 August 1890).
- Lucrezia Walker, Van Gogh: Sunflowers, Letters & Life, The National Gallery, London (14 July 2014)
- Martin Bailey, The Sunflowers are Mine: The Story of Van Gogh's Masterpiece, Frances Lincoln, (September 2013).
- The 'Sunflowers': Why? How? When? A conversation between Christopher Riopelle, Ella Hendriks, Senior and Ashok Roy, The National Gallery, London (26 July 2022).
- Vincent van Gogh, Britannica, https://www.britannica.com/biography/Vincent-van-Gogh/The-productive-decade (25 July 2022).
-Van Gogh Museum's collection, https://vangoghletters.org/vg/ (October 2021).
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 2018 yılından beri Londra’da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi’nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24’teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |