Antik Yunan mitolojisinde adı geçen Hyperborea ütopik bir ülkedir. Herodot, Plinius ve Pindaros gibi ünlü antik dönem Yunan ve Romalı yazarlara göre Hyperborea uzak, yani bilinmeyen kuzeydedir. Zaten birebir çevrildiğinde Yunanca adı ‘Kuzey Rüzgârının Ötesinde/ Yukarısında’ anlamına gelir.
Yunanistan’dan kuzeye gidildikçe normalde havanın soğuması beklenir. Fakat antik dönemde Avrupa’nın kuzeyi iyi bilinen yerler değildir. Hyperborea, Riphean Dağları’nın kuzeyinde bulunduğu için kuzey rüzgârının erişemediği ve yıl boyu ılıman olduğu hayal edilir.
Antik dönem eserlerinde efsanenin farklı versiyonları mevcuttur. Fakat bilinmeyen bu ülkenin iyi bir ülke olduğu konusunda hemen hepsi anlaşır. Hyperborea daima güneşli ve daima ılımandır. Perilerin şarkılar söylediği, ilahi olarak kutsanmış sonsuz bir bahar diyarıdır. Sadece coğrafi özellikleri değil, halkının yaşantısı da neredeyse idealdir.
Refah içinde yaşayan bir toplum olarak Hyperborealılar bilinen dünya halklarının muzdarip olduğu birçok sorundan muaftır. Savaş ve adaletsizlik nedir bilmezler. Bereketli topraklarını işlemek için çalışmak zorunda kalmazlar. Daha iyi bir hayat için göç etmezler. Çünkü daha iyi bir hayat yoktur. Hastalanmazlar. Acı ve ıstırap çekmezler ve bilinen anlamıyla, yaşlanmazlar. O kadar uzun yaşarlar ki…
Ama ölümü sonsuza kadar bekleyecek halleri yok ya! Sonunda ölüme kendileri giderler.
Yeterince yaşayan bir Hyperborealı sonunda yaşamının doğal olarak mutlu bir doygunluğa eriştiğini hissedince ölmek için hazırlıklara başlardı. Bedenini en güzel çiçeklerle süsler ve hep aynı uçurumun hep aynı kayasından, kesintisiz bir mutlulukla geçen hayatını kaldırıp denize atardı. Hyperborea inancına göre bir Hyperborealı için en güzel ölüm buydu.
Kesintisiz düz bir çizgi gibi geçen Hyperborealıların mutlu hayatı, bir açıdan zamanda simetriktir. Bugün, bir önceki gün gibidir. Yarın da bugün gibi olacaktır. Hayatlarını karakterize eden olaysız bir değişmezliktir. Ve bu olaysız değişmezlik, ütopik bir mutluluktur.
Modern zamanların Hyperborealıları da -öteleme bir analojiyle- aynı anda hem antik Hyperborealılara çok benzeyen hem de onlara hiç benzemeyen göçmenlerdir. Sığınmacı ülkelerde statüleri askıda kalmış, devletlerarası sınırlara hapsolmuş veya denizlerin ortasında beklemededir. Hayatları tıpkı Hyperborealılarınki gibi zamanda simetriktir. Bugün, bir önceki gün gibidir. Yarın da bugün gibi olacaktır. Hayatlarını karakterize eden, olaylı bir değişmezliktir. Ve bu olaylı değişmezlik, distopik bir beklemedir.
Ama nasıl Hyperborealılar düz bir çizgiye benzeyen mutluluklarından sonunda usanırsa, göçmenler de düz bir çizgiye benzeyen bekleyişlerinden usanır. Tekneleri denizler ortasında batıp da kurtarılmayı beklerken bazen tıpkı antik Hyperborealılar gibi ölümlerine kendileri karar verir. Batan bir teknedeki 500 mülteci arasından sağ kurtulan 11 kişiden biri olan Doaa Al Zamel’in de doğrudan tanıklık ettiği gibi bazen can yeleklerini kendi arzularıyla çıkarır ve bedenlerini denizin dibine bırakırlar.
Doaa Al Zamel, 2014 yılında Malta açıklarında batan 500 kişilik bir göçmen teknesinden şans eseri sağ kurtulan 11 kişiden biri. O sırada 19 yaşında. Denizlerin ortasında bir can simidine tutunmuş olarak, ancak dördüncü günün sonunda kurtarıldığında kucağında biri 9, diğeri 18 aylık iki bebek taşıyor. Malak ve Masa. İkisi de kız. Ve ikisi de başkalarının bebekleri. Üçü birlikte kurtarılıyor. Fakat üzerinden beş saat geçmeden sonunda Malak ölüyor.
489 mültecinin hayatını kaybettiği olayı Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) bağlı bir internet kanalından okuyan BMMYK İletişim Başkanı ve Baş Sözcüsü Melissa Fleming olaydan çok etkilenir. Kucağındaki iki bebekten hiç değilse biriyle birlikte ölümden dönmeyi başaran 19 yaşındaki Doaa ile tanışmak ve hikâyesini doğrudan onun ağzından dinlemek ister. Bunun için de genç kızın o sırada bulunduğu Girit’e gider. Dinlediklerinden o kadar etkiler ki Fleming sonunda Doaa’nın hikâyesini kaleme almaya karar verir. Ve 'A Hope More Powerfull Than the Sea / Umut Denizden Güçlüdür’ isimli kitabını yazar.
Henüz Türkçe çevirisi bulunmayan kitabın 2017 yılında yayımlanmasından sonra Doaa’nın hikâyesi ünlü yönetmen Steven Spielberg’in de ilgisini çeker. Spielberg bir film projesi için kitabın bütün haklarını satın alır. Ve senaryo yazımı için Lena Dunham’ı görevlendirir.
Gerçi, kamuoyu görevlendirilen bu kişiye hemen tepki gösterir. Zira göçmenlere, göçmen sorunlarına ve ‘Beyaz Irktan’ olmayan her şeye o denli uzaktır ki senaryoyu onun yazması doğru bulunmaz. Senaryo yazımı durur. Proje şimdilik beklemede, biraz gecikmeli de olsa, Spielberg’in gözünden Doaa’nın hikâyesi beyaz perdeye er geç yansıyacak gibi.
Fleming’in kitabı Doaa’nın hikâyesini, en başından ele alır. Doaa Al Zamel, Suriye’nin Daraa kentinde doğup büyür. 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’na kadar ailesiyle mutlu bir çocukluk yaşar. Fakat savaşın yıkıcılığının artmasıyla Al Zamel ailesi 2012’de Mısır’a sığınır. Oysa Mısır’da da durumlar parlak değildir. Siyasi ve ekonomik bir istikrarsızlıkla boğuşan ülkedeki genel durumlar Suriyeli mültecilerin gelişiyle daha da kötüleşir.
Bir ülkenin vatandaşları için hayat zorlaşıyorsa, bu hemen her zaman, o ülkedeki mülteciler için çok daha büyük bir zorluk anlamına gelir. Mısır’daki Suriyeli mülteciler de aynen bunu deneyimler. Bu sırada Doaa Mısır’da Bassem’le tanışmış ve ona âşık olmuştur. Henüz hayatlarının başlarındadırlar. Hayatları hakkında planlar yapacak ve umutlarını yitirmeyecek kadar gençtirler. Nişanlanırlar. Mısır’da zorluklarla geçen üç yılın ardından sonunda daha iyi bir yaşam arayışıyla düzensiz yollardan Kuzey Rüzgârının Ötesine, Avrupa’ya geçmeye karar verirler.
Avrupa’ya deniz yoluyla geçeceklerdir. Deniz yolculuğu tehlikeli bir yolculuktur. Çoğu zaman, ajanslara yansıyan batık bir tekne ve denizin üstünde yüzen cansız can yelekleriyle sonuçlanır. Bunu dünya kamuoyu kadar, Doaa ve Bassem da bilir. Zira, televizyonlardaki kendini tekrar eden aynı görüntüleri onlar da izlemiştir. Ama başka çareleri yoktur. Buzullar erirken Kuzey Atlantik morsları hayatta kalabilmek için nasıl üzerine çıkabilecekleri bir buz parçası bulmak zorundalarsa, Doaa ve Bassem de ‘üzerine çıkacakları’ bir ülke bulmak zorundadır. Ve ikisi de yolculuğu göze alır.
Toplamda 500 mülteci ve göçmenle beraber 2014 yılında Mısır’dan yola çıkarlar. Tekneleri donanımsız, küçük bir balıkçı teknesidir. Ve tıklım tıklım doludur. Yolcuların her biri yolculuk için 2500 dolar ödemiştir ama ancak yarısında can yeleği vardır. Doaa ,o sırada 19 yaşındadır ve yüzme bilmiyordur.
Yolculuk başladıktan kısa bir süre sonra insan kaçakçılarının zorlamasıyla tekne değiştirmeler başlar. Yolcular hiç değilse birkaç kez denizin ortasında bir tekneden bir diğerine geçirilir. Günler geçer. Kara görünmez. Yolcular bitkin düşmüştür. Bir gün kendilerininkinden daha küçük ve daha yıpranmış bir tekne görünür. Kendilerine doğru yaklaşır. İçindeki kaçakçılar, yolcuları teknelerini bir kez daha değiştirmeye ve su üstünde zor bela duran bu tekneye geçmeye zorlar. Yolcular kaygılanır ve bunu yapmaya direnir.
Bir kez daha tekne değiştirmeme konusunda göçmenler kararlıdırlar. Onların kararlılığını gören kendi kaptanları yolcularına başka bir teklifte bulunur. Onları teknelerini değiştirmeden, bu tekneyle Avrupa kıyılarına kadar götürecektir. Ancak oraya ulaştıklarında, sınır güvenliklerine kendisinin ve mürettebatının da kendileri gibi Suriye’deki savaştan kaçan mülteciler olduklarını söyleyeceklerdir. Yolcular teklifi hemen kabul ederler. İkinci tekne uzaklaşır. Ve kendi tekneleri yoluna devam eder.
Yolculardan birinin kaptana sormasından anlaşılır ki İtalya kıyılarına artık 19 saat kalmıştır. Sonunda bir kara parçası görecek olmanın umuduyla rahatlarlar. Ancak çok geçmeden, başka bir tekne üstlerine doğru gelir. Tekne daha yeni ve daha büyüktür. Güvertesinde on kadar adam vardır. Kaçakçılara pek benzemezler. Çünkü onlar gibi siyah giymemişlerdir. Nedense öfkelidirler. Bağırıp çağırırlar. Tehditler ve hakaretler savururlar. Mülteciler ne olup bittiğini anlayamaz.
Mülteci teknesindeki kaçakçılardan biri dertlerinin ne olduğunu sorar. Karşıdakiler “Bu aşağılık köpekleri denizin dibine göndermek” diye karşılık verir. Ve dediklerini yapmaya başlar. Düzgün görünümlü büyük teknelerini mültecilerin teknesine doğrultur. Ve kasıtlı olarak çarparak, teknede delikler açar. Çok sürmez, mülteci teknesi yan döner ve batmaya başlar. Arkalarında denize dökülen yüzlerce insan ve kim oldukları anlaşılamayan saldırganlar tekneleriyle oradan uzaklaşır. Batan tekneden çıkmayı başaran 50-100 kişi dışındaki bütün göçmenler teknenin battığı o ilk dakikalarda boğularak ölür. Geriye, batan başka bir geminin sinema uyarlamasından, Titanik’ten hatırlanacak olay yeri kalır. Can simitlerine, can yeleklerine ve tekne artıklarına tutunan onlarca insan, denizlerin ortasında kurtarılmayı bekler.
Bassem nişanlısı Doaa için bir çocuk simidi bulmuştur. Doaa simide tutunur. Denizin içinde beklemeye başlarlar. Ama gece ilerler. Ve hava soğur. Bitkin düşenler, sırasıyla ölür. Gazzeli yaşlı bir adam kucağında dokuz aylık torununu taşıyordur. Gücünün tükendiğini anlayınca Malak’ı alması için Doaa’ya yalvarır. Doaa bebeği kollarına alır. Sırası gelen ölüyordur. Ve çok geçmeden sıra, Gazzeli yaşlı adam ile Doaa’nın nişanlısı Bassem’e gelir. İkisi de boğulmuştur. Bir ara Doaa kadının birinin kendisine doğru yüzdüğünü fark eder. Elinde on sekiz aylık bebeğini taşıyordur. Ve kızı Masa’yı Doaa’ya uzatır. Doaa onu da diğer koluna alır. Anne sanki rahatlamıştır. Ve daha yanlarındayken suların derinliklerine gömülür.
İki kolunda iki küçük bebekle Doaa küçük bir can simidinin üzerinde oturmuş, bekliyordur. Şişmiş cesetler etraflarında yüzerken hayattakiler can yeleklerine sarınmış, kurtarılmayı bekliyordur. Açlık, susuzluk veya bitkinlikten bir bir ölen yakınlarını seyrederek saatler geçiyordur. Ama hiçbir şey değişmiyordur. Distopik simetri başlamıştır. Denizlerin ortasında sabah oluyor, sonra yeniden akşam oluyordur. Bugün, bir önceki gün gibidir. Ve yarın da bugün gibi olacaktır. Günler o kadar uzundur ki… Ama ölümü sonsuza kadar bekleyecek halleri yok ya! Sonunda can yeleklerini kendileri çıkarıyordur.
Suda dört gün kaldıktan sonra Doaa sonunda boynuna yapışmış iki bebekle, Masa ve Malak ile birlikte bir ticaret gemisi tarafından şans eseri fark edilir ve kurtarılır. Teknedeki 500 kişiden sadece 11’i kurtulmuştur. Kurtarılanların en küçüğü Gazzeli Malak’tır. Ama hayata ancak beş saat daha dayanabilir. Ve ölen diğer 489 göçmen gibi, Kuzey Rüzgârının Ötesini hiçbir zaman göremez.
Pindaros
Görünürde çıkacak bir kara parçaları yoktu. Dünyalarının dörtte dördü sularla kaplıydı. Hayatları o kadar umutsuzdu ki sonunda distopik Hyperborealılar hayattan sıkılırlardı. Ama hayatları gibi ölümleri de kendi ellerindeydi. Ve en olmadık bir ölüm için can yeleklerini çıkarır, kendilerini denizin dibine bırakırlardı.
Denizin üstünde yüzen can yeleğini görenler “İşte,” derlerdi. Ve hemen anlarlardı. O yeleğin altında, denizlerin ortasında beklemekten sıkılmış “kaçak” bir göçmen vardı.
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |