Devletlerin göçmen karşıtı politikaları ivme kazanırken, göçmenlerin acılarına yönelik kayıtsızlık da giderek derinleşiyor. Son yıllarda daha çok sanatçı, bu kayıtsızlığı yansıtırcasına, mülteci krizi ve zorunlu göç konusuna odaklanıp, mültecilerin acılarına toplumsal farkındalık yaratmada sanat eserlerinin önemini vurguluyor.
Sanatçılar, mültecilerin deneyimleri üzerinden insan hakları, hareket özgürlüğü ve sosyal adaletle ilgili sorunlara, çeşitli sanatsal projelerle dikkat çekmeye, sanatın empati uyandırabileceğini ve sosyal eyleme ilham verebileceğini göstermeye çalışıyor. Sanat, çağdaşı olduğu birçok toplumsal sorunda olduğu gibi göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar için de güçlü bir ifade aracına dönüşüyor. Mültecilerin göç deneyimlerini kelime kullanmadan anlatarak, bir anlamda sessizlerin sesi oluyor.
Göstermeye niyetlenmediğini, biz nasıl görebiliriz? Burada, bir yandan mültecilerin yaşam koşullarının zorluğunu ve güvensizliğini sezdirirken diğer yandan mültecilere yönelik muamele ve tutumları eleştiren, yakın dönemli, farklı türden iki sanat eseri -İman Al Khattari’nin ‘Mülteciler’ isimli resmi ile Ian Wolter’ın ‘Calais’nin Çocukları’ isimli heykeli- ele alınıyor.
Bu iki eserin seçilmesinin nedeni, anlattıkları hikâyeler arasında yaratıcıları açısından niyetlenilmemiş de olsa bir tür bağlantı kurulabileceği ve bu bağlantının, günümüzün göçmen sorunu için bir derinlik ölçer işlevini göreceği düşüncesi. Bu iki esere birlikte bakıldığında, yorumu fazla zorlamadan, aralarında bir süreklilik ilişkisi kurabilirmişiz gibi geliyor.
Sanki biri hikâyenin başını diğeri sonunu anlatıyor, birinin bıraktığı yerden diğeri anlatmaya devam ediyor. Al Khattari’nin çalışmasında, mültecilerin savaş nedeniyle yerinden edilmeleri, sığınacak güvenli bir yer arama sürecinde karşılaştıkları zorluklar ve tehlikeli yolculuk deneyimleri anlatılıyor. Wolter’ın derdi ise başka. O, sınırı aşabilen göçmenin ayak izlerini takip ederek, ‘güvenli’ ülkeye ulaşmanın mülteciler için sıkıntıların sonu anlamına gelmediğini hatırlatmak istiyor. Her ne kadar sığınma ülkesine ulaşanlar ‘şanslı’ bir grubun üyeleri olsalar da, karşı karşıya kaldıkları zorlu koşulların ve güvensizliğin, sığınma ülkelerinde de devam ettiğini anlatıyor.
Ummanlı sanatçı İman Al Khattari’nin, üniversite mezuniyet projesi olarak tasarladığı ‘Mülteciler’ isimli resmi, Suriyeli bir mültecinin, çocuğunu ‘dar çerçeve’den çıkarmak için verdiği mücadeleyi tasvir diyor. Al Khattari, sosyal medyada her gün karşılaştığı sayısız dramatik mülteci görüntülerinden esinlenerek yarattığı bu çalışmasında, “mültecilerin güvenli ve istikrarlı bir ülke bulmak için çıktıkları yolculuklarında karşılaştıkları güçlükleri” göstermeye çalışıyor. Gerçekte görüntünün düz, yani iki boyutlu olduğu eserde, Trompe l'oeil tekniği kullanılarak üç boyutlu bir yanılsama etkisi yaratılıyor ve sanki ellerimizi uzatırsak küçük çocuğu kollarımız arasına alabilecekmişiz gibi bir izlenim oluşuyor.
Resmin arka planında, sınır tellerinden çocuğunu geçirmeye çalışan babanın arkasında, yani hâlâ sınırın öteki tarafında, ülkelerindeki savaşın şiddetinden kaçan ve güvenli bir yere ulaşma umuduyla önlerindeki engeli aşabilmek için bekleyen bir grup mülteci resmediliyor. Her biri, yüz ifadelerinde başarılı bir şekilde yansıtıldığı gibi keder, acı ve umutsuzluğun birbirine karıştığı çaresizlik içinde. Birbirlerine çok yakınlar ama kendi çaresizlikleri içinde kaybolmuşlar. Omuzları, gözle görülemeyen yüklerin ağırlığı altında çökmüş sanki. Canlarını kurtarmak için her türlü riski göze almış, başka bir ülkenin sınırına kadar gelmeyi başarmış ama sonunda karşılarında yüksek sınır duvarlarını, dikenli telleri ve ellerinde silahlarıyla bekleyen askerleri bulmuşlar. Sınırın öbür yakasına geçmenin onlar için güvenli bir yolu olmadığıyla yüzleşmiş, şimdi de bu tehlikeli son aşamayı geçmek için mücadeleye hazırlanıyorlar. Sınırı geçme mücadelesinde yardımlarına koşan tek şey ise resmin beyaz ve karmaşadan uzak tarafındaki, sınırın ‘bizim’ tarafımızdaki yeni hayatlarına dair kurdukları hayaller ve umutlar.
Öte yandan, resmin odağındaki Suriyeli babanın adımlarından biri hâlâ kendi ülkesindedir. Bununla, ülkesinden ayrılan bir mültecinin yaşadığı duygusal ikilem yansıtılmak isteniyor. Mültecinin bir yanı, yani ‘gönlü ve ruhu’ hâlâ kendi ülkesindedir. Yanı sıra, mülteci babanın yüz ifadesinde, sınırın öteki tarafında kendilerini neyin beklediğini bilememekten kaynaklanan stres ve kaygı açık bir şekilde görülüyor. Şiddet, güvensizlik ve çaresizliğin hakim olduğu karmaşadan çekip çıkarılan ve sınırın öteki tarafına geçirilen küçük çocuğun yüzünde ise, korku ve dehşetin iç içe geçtiği bir ifade var. Sınır bu resimde, geçildiği anda tüm zorlukların geride bırakıldığı bir bitiş çizgisini değil, mülteciler için başka türden zorlukların başlangıcını temsil ediyor.
Resmi karşımıza alıp baktığımızda, kendimizi, sınırın güvenli tarafından bu trajik tabloya bakarken buluyoruz. Bu yüzden, resme resmedildiği gibi bakan bir gözlemci, sınırın diğer tarafında neler olup bittiğini ve insanların ne gibi zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldıklarını görebiliyor. Ama sınırın ‘bizden’, ‘güvenli’ tarafına geçen kişi, dilini dahi konuşamadığı bu yeni yerle ilgili hiçbir şey bilmiyor.
Ressam, sınırın güvenli olduğu düşünülen tarafı ile ilgili kısmı belirsizlik içinde bırakıyor. Nitekim, Al Khattari’nin de belirttiği gibi resim bir dizi soruyu gündeme getiriyor: Mülteciler sığındıkları yeni ülkede nelerle karşılaşacaklar? Yeni ülkede, hayal ettikleri hayatı bulabilecekler mi?
Ödüllü İngiliz heykeltıraş ve sanatçı Ian Wolter’ın ‘Calais’nin Çocukları’ adlı eserinin yaratılmasında, Calais’deki refakatçisiz çocukların Birleşik Krallık’a girişlerinin engellenmesiyle ilgili parlamentoda yapılan tartışmalar etkili olmuştur. Ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in (1840-1917) ‘Calais’nin Burjuvaları’ (Les Bourgeois de Calais) isimli heykelinden esinlenen Wolter, Calais’nin Çocukları isimli heykelini, “İhmal edilen, istismara açık ve en savunmasız grup olan mülteci çocuklara verdiğimiz tepkinin insanlık dışı olduğuna dair tartışmaları kışkırtmak için” tasarladığını söylüyor. Wolter’ın, çağdaş kıyafetler içindeki üç kız ve üç erkek çocuktan oluşan gerçek boyutlu bu bronz heykeli Saffron Walden’da, şehir merkezindeki bir parkta yer alıyor.
‘Calais'nin Çocukları’nda, altı İngiliz çocuk, Rodin’in heykelindeki altı kentli ile benzer pozlarda tasvir ediliyor. ‘Calais’nin Burjuvaları’, Rodin'in on iki orijinal döküm ve çok sayıda kopyası bulunan en ünlü heykellerinden biridir.
1884'te Calais Belediyesi tarafından heykeli yapması için görevlendirilen Rodin, ünlü eseri ‘Calais’nin Burjuvaları’nı 1889'da tamamlamıştır. Bu eserde, İngiliz Kanalı kıyılarındaki Fransız limanı Calais’nin, Yüz Yıl Savaşları sırasında yaklaşık on bir ay boyunca İngilizler tarafından kuşatma altında kalması ve kentin anahtarını Kral III. Edward’a teslim etmeye hazırlanan altı kentlinin, diğer kent sakinlerinin hayatları uğruna, kendi hayatlarını feda edişleri tasvir ediliyor.
Kuşatma altında geçen yaklaşık bir yıllık sürede yaşanan açlık ve sefalet nedeniyle kentin daha fazla direnemeyeceğini anlayan Fransa kralı IV. Philip, şehri teslim etmek için III. Edward ile görüşmek zorunda kalır. Edward, kentin en soylu ve zengin altı kişisinin -muhtemelen idam edilmek üzere- kendisine teslim olması karşılığında, şehir halkını bağışlamayı teklif eder. III. Edward, bu altı kişinin yarı çıplak, boyunlarında ilmikle, şehrin ve kalenin anahtarlarını kendisine vermek üzere ellerinde taşıyarak, şehrin dışına çıkmalarını ister. İdam için teslim olan altı kişinin hayatı, III. Edward'ın hamile eşi Kraliçe Hainault Philippa'nın müdahalesiyle bağışlanır.
Philippa, bu insanların ölümünün doğmamış çocukları için bir uğursuzluğa neden olacağını söyleyerek, eşi III. Edward'ı ikna eder. 14. yüzyılda gerçekleşen bu olayda, idam edilmeyi bekleyen altı kentlinin hayatı sonunda İngiliz kralının hamile eşinin merhametiyle bağışlanır. Heykeli günümüzdeki göçmen sorununa uyarlayan Wolter, öykünün bu kısmını beğendiğini söylüyor. “Çünkü öykünün bu kısmı, mülteci çocuklar için mutlu bir son ihtimalini öneriyor. Sonunda insanlık galip gelebilir.”
‘Calais'nin Çocukları’ndaki modellerin tamamı, Wolter’ın 10 yaşındaki kızı Hester de dahil olmak üzere, Saffron Walden veya yakın çevresinin çocukları. Wolter, insanların kendi çocuklarını bu şekilde görmelerinin, başkalarının deneyimlerini anlamalarına yardımcı olabileceği düşüncesiyle mültecileri İngiliz çocukları olarak tasvir ediyor. “Belki bu şekilde başkalarının çocuklarına bundan daha iyi davranabiliriz” diye de iyimser bir not düşüyor. Heykeldeki tanıdık yüzler, sanat eserinin, fazlasıyla soyut bir anlatım aracı olmaktan çıkıp, yerleşikler ile göçmenler arasında somut bağlantılar kurmaya yardımcı olan, empatik doğasına da büyük katkı sunuyor. Bu yüzden Wolter’ın eseri, ilgi çekici olduğu kadar rahatsız edici de aslında. Çünkü önceden aşina olup da heykelde temsillerini gördüğümüz yüzler, ‘kendi çocuklarımızın’ yüzleri, sanki kulaklarımıza herkesin bir gün mülteci olabileceğini fısıldıyor.
Wolter’ın heykelinde de tıpkı Rodin’in heykelinde olduğu gibi figürlerin hepsi farklı yönlere bakıyor. “Birbirlerine dokunacak kadar yakınlar ama her biri kendi sefaletinde kaybolmuş ve yalnızlar.” Rodin’inkinden farklı olarak, çağdaş kıyafetler içindeki en uzun çocuk, elinde Calais’nin şehir anahtarı yerine, can yeleği tutuyor.
Mülteci çocuk, güvenli ve istikrarlı bir ülkenin sınırları içinde olmasına rağmen, neden can yeleğini yanında taşımaya devam ediyor?
Can yeleği, mültecilerle bu derece özdeşleşen belki de tek nesnedir. Wolter’ın bu özdeşleşme dışında can yeleğine başka anlamlar yükleyip yüklemediğinden emin değiliz, fakat mülteci çocuğun güvenli topraklara ayak basmasına karşın sahilde bırakamadığı can yeleğini, mültecilerin sığındıkları yeni ülkelerde de devam eden güvensizliklerinin ve savunmasızlıklarının bir sembolü olarak yorumlayabiliriz. Sanki dünya koca bir okyanustan ibaretmiş de, mülteciler ülkelerinden ayrıldıkları andan itibaren, hayatta kalabilmek için daima bir ‘can yeleğine’ ihtiyaç duyacaklarmış gibi onu yanlarından ayıramıyorlar.
Çatışmalar nedeniyle ülkesinden zorunlu olarak ayrılan bir mültecinin, daha güvenli olduğunu düşündüğü sığınma ülkesine ulaşması da güvensizliğinin sonu anlamına gelmiyor. Mülteciler, bu yeni ülkede de pek çok yeni güçlükle karşılaşıyor. Tecrit ediliyor, hapse atılıyor, gözaltına alınıyor ve hatta sınır dışı ediliyor. Sığınma ülkesinde kalabilen mülteciler ise sınırlı imkanlarla, geleceğe dair belirsizlik içinde, nefret ve dışlanmaya maruz kalarak toplumun kıyısına itiliyor. Zulüm ve şiddet nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda olan bir kişi, başka bir ülkenin sınırlarından girdiği anda, hak sahibi olarak görülmüyor ve sığınma ülkelerinin merhametine bırakılıyor.
Çatışma ve şiddet gibi nedenlerle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan mülteciler, yerinden edilmeyle birlikte insanlıktan çıkarılmayı da deneyimliyor. Mülteciler ve sığınmacılar, ev sahibi ülkeyi ‘işgal veya istila eden’ ya da ev sahibi ülkeye ‘akın eden’ büyük anonim kitleler olarak tasvir ediliyor. Bu türden insanlıktan çıkarıcı nitelemeler, mültecilerin sığınmacı toplum tarafından tehdit olarak algılanmasına yol açıyor. Böylece yabancı düşmanı ve ırkçı davranışlar için uygun zemin yaratılıyor. Mültecilere yönelik saldırganlık ve şiddet eylemleri normalleşiyor.
Türkiye’de de politikacılar, kısa süreli siyasi kazançları için mültecileri insanlıktan çıkaran dili sıklıkla kullanıyorlar. Odak, biyolojik bir bedeni ve eşsiz hayat hikâyesi olan tekil insan ölçeğinden anonim kitleye doğru kaydırılarak empati duygusu yok ediliyor. İnsanlıktan çıkarma retoriği günlük dile sızdığı oranda mültecilere karşı öfke, saldırganlık ve şiddet de yükselişe geçiyor.
Bu durumun en canlı örneğini, Ankara’nın, mültecilerin yoğun olarak yaşadığı Altındağ semtinde yerel toplumun mültecilere yönelik şiddet içeren ırkçı saldırılarında bir kez daha yaşadık. İnsanlıktan çıkaran söylemler, diğer insanlara gösterdiğimiz saygıyı, anlayışı ve empatiyi yok eder. Yanı sıra, bu anonimleştirme, yerel toplumun mültecilerin koşullarını anlama yeteneğine de ciddi zarar verir.
Sanatın politik ve sosyolojik görüşleri etkileme yeteneğini ölçmenin basit bir yolu yok. Fakat yine de sanat, mültecilerin deneyimlerini insanileştirmenin ve onlara yönelik empatiyi teşvik etmenin yeni yollarını açabilir. Mültecilerin, istilacı bir anonim kitle olarak tasvir edilmelerine karşı, tıpkı Mülteciler ve Calais’nin Çocukları adlı eserlerde olduğu gibi onların göç deneyimlerini insanileştirerek, koşullarını anlamaya daha açık olmayı teşvik edebilir. Ayrıca sanat, birbirimizi görmenin alternatif yollarını sunarak, dayanışma duygusunu artıran bir etki de yaratabilir.
2019 yılında İstanbul Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde, ‘Ulus Devlet, Mültecilik ve Menşe Ülkeye Geri Dönüş: Türkiye’de Yaşayan Suriyeli Mülteciler 2’ başlıklı tez çalışmasıyla doktor derecesini aldı.
2018 yılından beri Londra’da yaşıyor ve bağımsız bir araştırmacı olarak çalışan Yıldırım, bu günlerde doktora tezine dayanarak Suriyeli mülteciler üzerine bir kitap yazıyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, menşe ülkeye geri dönüş, siyaset teorisi, siyaset ve kültürel çeşitlilik ile politik sanat var.