Ölümsüz aşklar sadece o aşkı yaşayanlarda değil, ona tanıklık edenlerde de hep bir iz bırakır. Biz de bu aşkların izlerine bazen bir şairin mısralarında, bazen bir ressamın tuvalinde, bazen bir şarkının sözlerinde rastlar, kendi aşklarımızı hatırlar, eşlik ederiz. Öyle değil mi?
Şimdi anlatacağım aşk öyküsü de, bence bir otelde ölümsüzlüğe bürünmüş.
Yaklaşık iki hafta önce Alaçatı'da buldum kendimi. Planladığım bir seyahat değildi doğrusu. Bana da sürpriz oldu. Oteli ben seçmedim, hatta nerede kalıyorum diye bakmaya bile vaktim olmadı. Genelde kalacağım yer konusunda huysuzumdur. Bütçeme göre mutlaka özelliği olan bir yerlerde kalmak isterim.
Alaçatı'ya öğle saatlerine yakın bir zamanda ulaştım. Küçücük, 16 odalı bir otele gelmiştim. Otelden içeriye adımımı attığım anda farklı bir enerji hissettim.
Klasik bir resepsiyonu yoktu bu minik otelin. Girer girmez kendimi bir avlunun içinde buldum. Genç, hoş bir hanım "Merhaba, hoş geldiniz" diyerek karşıladı. Bavullar için yardım isteyince, adının Kerem olduğunu öğrendiğim genç adam, "Ben size yardım edeyim" dedi. Belli ki Covid nedeniyle bu servis kalkmış. Sonradan öğrendim, otel sahibinin oğluydu Kerem. Avluyu geçip odaya hep birlikte yürümeye başladık. Binanın girişinde bir oturma odası var. Çok şık tasarlanmış. Hakan Ezer'in çok sevdiğim koltuklarına kaydı gözüm. Mutlu oldum, tam zevkime göre bir yere gelmişim diye düşündüm.
Odaya ulaştığımda; aman tanrım! Nasıl ince bir zevkle döşenmiş anlatamam. Banyolar şahane. Havlular, elbise askıları, odadaki hava temizleyicisi... Her şey çok titizlikle ve özenle tasarlanıp seçilmiş. Minibardaki sürahiyle bile aşk yaşadım diyebilirim.
16 odayla bu otele yapılan yatırımın geri dönüşü pek mümkün değil, diye düşündüm. Merak ettim, kimdi bu otelin sahibi?
O kadar zarif detaylar var ki; zamanla her birini ayrı ayrı keşfetmenin mutluluğunu yaşıyorsunuz.
Bavulumu yerleştirdikten sonra, başucuma bırakılmış otel hakkında bilgi olduğunu düşündüğüm karta gitti elim.
Tipik bir tanıtım broşürü değildi bu... Hissettiğim doğruydu, burası bir aşk oteliydi ve bu broşür o aşkı anlatıyordu.
Vedat ile Berna'nın aşkı.
Burası da, onların aşkının eseri.
Merakla bir çırpıda okudum, otelin mimarı Vedat'ın okul arkadaşı ünlü mimar Han Tümertekin, iç mimar ise Berna'nın arkadaşı Hakan Ezer. Kuşkusuz otel Berna ve Vedat'ın zevki ve zerafetini yansıtıyor, ona ruhu onlar veriyor.
Avluda iki tane şahane yaşlanmış zeytin ağacı var.
Birisi Berna'nın ağacı, Vedat'ın doğum günü hediyesi...
Odaların arka tarafında minik bir sebze bahçesi, alt katlarda da marangoz ve sanat atölyeleri var. Spor salonu ve yoga odası ise harika.
Ben kahvaltıyı öğün olarak çok severim. Buradaki kahvaltı tam bana göreydi. Porsiyonlar ölçülü... Bir ekmek kurdu olarak, ev yapımı yaşlı ekşi mayalı ekmeği yemeye doyamadım. Özellikle trüf yağlı lor peyniri ve portakallı tereyağı ile ev yapımı erik reçelleri için, şimdi bile kendimi oraya ışınlamak isterim.
Otelin tanıtım kartına dönmek istiyorum, esas anlatmak için sabırsızlandığım aşk öyküsü orada. Ama bana okumak yetmedi, hemen Vedat'ı bulup bu aşkı dinlemek için sabırsızlanıyordum. Dışarıya çıktım, uygun bir zamanda kendimi tanıtıp bu öyküye olan ilgimi gösterdim. Kırmadı beni, anlattıkça birlikte o aşkın içine daldık.
Vedatla Berna'nın aşkı…
Adını Berna Tunalı Mimaroğlu'dan alıyor. Vedat Mimaroğlu'nun eşi Berna Hanım. Ama tanıdığım pek çok kişinin de Sevgili Berna'sı olmuş.
Vedat ile rahmetli Berna, Uludağ'da arkadaşlarıyla gittikleri bir kayak tatilinde tanışıyorlar. Vedat'ın söylediğine göre, Berna Vedat'ı seçiyor, beğeniyor. Sonra her şey çorap söküğü gibi gelişiyor. Onun gibi özel bir kadın tarafından beğenilip tercih edilmek Vedat için bir övünç kaynağı. Bana anlatırken de doğadan örnekler veriyor, dişinin seçiciliğiyle ilgili... Eğer dişi evleneceği erkeği seçerse, evlilik kalıcı olurmuş.
İnsan beyni ister istemez karşı tarafı dinlediğinde kendi yaşamına dönüyor. "Ben öyle mi yaptım?" diye… Dinlediğim aşk öyküsünün romantizmini gölgelememek için hemen Vedat'a geri döndüm.
Berna güzel sanatlardan mezun, Ankaralı Tunalı Hilmi ailesinden ve Kavaklıdere şaraplarının kızı. Belli ki çok görmüş geçirmiş, dolayısıyla rafine zevkleri var. İyi bir sporcu, kayak yapıyor, windsurf yapmayı biliyor. Yeme içme kültürü çok rafine. İstanbul müzik festivali için tasarladığı afiş ile birincilik ödülü almış.
Alaçatı'ya yıllar önce gidip sörf yapmaya başlamış ve bir Alaçatı tutkunu olmuş. Kadınların eş seçimi bence her zaman zor oluyor. Hele Berna gibi, iyi eğitimli ve kültürlü biriyseniz, bir de varlıklı bir aileye sahipseniz; seçim kriterleriniz yüksek, seçeceğiniz kitle dar kalabiliyor.
Vedat ile tanışınca onu kaybetmek istemedi sanırım. Onu telefon numarasını vererek birlikte gidecekleri ikinci kayak tatiline davet ediyor. Cesur bir kadın. Sonra her şey hızla gelişiyor ve evleniyorlar. Vedat ile ilgili ilk izlenimim, ki ona da söyledim, biraz snob ve fazla disiplinli. Snobluğu ile ilgili bana hemen itiraz etti. Ama bence hem snob hem de azıcık kuralcı, prensiplerine sıkı sıkı bağlı birisi sanki. Vaktim olup bolca sohbet edemedim, ama artık başka yazlara deyip ayrıldım.
Ben sordukça O anlattı. Arada "Ben çok soru sorulmaya alışık değilim, beni soru sormadan Berna anlardı..." demeyi de ihmal etmedi.
Berna onun ne zaman ne istediğini hissedermiş. Aralarındaki uyuma büyük bir özlem duyar gibiydi.
Berna haliyle aldığı eğitimin ve aile geleneğinin etkisiyle kreatif tarafı güçlü bir insandı sanırım. Vedat da tam bir mühendis, anlayacağınız rasyonel bir adam. Yıllarca Enka'da üst düzey yönetici olarak çalışmış. İkisinin yakaladığı uyum birbirlerini iyi tamamlamaktan geçmiş. Hobileri ortak. Birlikte spor yapıp okumaktan, sanattan ve seyahatten keyif almışlar.
Yemek kültürleri çok gelişmiş... Dolu dolu bir hayat yaşamışlar.
İki güzel evlat yetiştirmişler. Oğulları Kerem ile tanıştım. Gözlerinin içi gülüyor. Çok pozitif... O da erken evlenmiş ve eşiyle güzel bir çift olmuşlar.
Eskiden herkesin yazlık evi olurdu, otellerde tatil yapma geleneği pek bir azdı. Vedat ve Berna'nın da hem İznik'te hem de Bolu'da tatil evleri olmuş.
Sörf için Alaçatı'ya gidip gelirken Berna burada da bir ev istemiş ama Vedat istememiş, 3 farklı evi yönetmenin zor olacağını söyleyerek. Yıllar önce, Alaçatı'da kalınacak doğru dürüst bir yer olmayınca Berna oradan 2000'li yılların başında arsalar alıyor. Vedat'ı da, ev değil, üzerine otel yapmaya ikna ediyor. Geçen 10 yılda ikisinin de yoğun işleri nedeniyle otel olamayınca, Berna aklına koyduğu evi "Hadi yapalım!" deyip projeyi tekrar gündeme getiriyor. Ve evin inşaatı 2013 yılında başlıyor.
Berna'nın o yıl yaptığı Hindistan seyahati sonrası, maalesef bu muhteşem kadına Lösemi teşhisi konuluyor. Vedat bu dönemde profesyonel hayata son verip 'ikinci balayım' dediği dönemi yaşamaya karar verir ve geçen iki yılı eşi Berna'yla dolu dolu, el ele, diz dize geçirirler.
Hastalığın elverdiği ölçüde müzeler gezmeyi, yemeyi, içmeyi ihmal etmeden yaşanan bir dönem olur bu iki sene.
Vedat Bey, New York'ta tedavi gören Berna'sı için şahane bir albüm yapmış. Arkadaşları için de bir WhatsApp grubu kurup her gün yaşananları paylaşmış.
Gerçekten muhteşem bir albüm bu. Ölümü hüzünle değil, yaşam dolu bir enerjiyle karşılamış her ikisi de... Öyle görünüyor.
Bu arada büyük bir gayretle Alaçatı'daki ev inşaatı bitirilmiş ve Berna ölmeden önce bu evde ailesiyle birlikte yaşamayı başarmış.
Sonrasında Vedat ve ailesi sevgi ve özenle oteli de bitirip bir aile işletmesi olarak yaşatmaya karar vermiş.
Vedat Bey'e sordum Berna'sız geçen bu beş seneyi nasıl yaşadın diye.
"Hayatına başka birisi girmedi mi?" dedim.
Cevabı o kadar güzeldi ki… "Öyle bir şey yaşadık ki biz Berna'yla, bir insan yaşamında ancak bu bir kere yaşanır…"
Gözlerimden süzülen yaşları gizlemeye çalışarak hayran hayran Vedat'a bakakaldım…
Sezen'in söylediği gibi "Aşk için ölmeli, aşk o zaman mı aşk" yoksa aşk için yaşamalı ve yaşatmalı, aşk o zaman mı aşk?
Hadi bakalım yazın bana...