Burada yaşadığım son 5 yılda, memleketinden uzakta yaşayan göçmen ailelerin köklerine tutunma ihtiyaçlarını daha da iyi anladım.
Dil, yemek, müzik gibi yerel alışkanlıklara tutunmak, bulundukları ülkelerde kaybolmalarını engelliyor.
Belki de gurbetçilerin kaybolma korkusu, onları köklerine daha da bağlı hâlâ getiriyor. Yalnızlık ve yabancılık hissini bastırabilmek için birlikte yaşayıp mahalleler kuruyorlar. Dil de önemli bir bariyer olduğu için, bazen çok içlerine dönük yaşıyorlar.
Çocuklarını diğer göçmen ailelerin çocuklarıyla birlikte büyütüyorlar.
Yeni nesillerde durum biraz daha değişiyor tabi. Onlar küçük yaşta diğer ülke göçmen çocuklarıyla birlikte, aynı okullara giderek, ayrı kültürleri ve farklılıkları benimseyerek büyüyorlar.
Ankara anlaşmasıyla gelen yeni dönem göçmenler ise biraz daha farklı. Onların bir kısmı daha iyi eğitimli ve paralı. Ama konuştuğumuz etnik kimlik konusu, onlarda da pek değişmiyor. Bir süre sonra hepimiz "Aman çocuğumuz Türkçe'yi de unutmasın, ülkemizden kopmayalım, ilk tatili memleketimizde geçirelim" diye, aynı kaygıları yaşıyoruz.
Aslında farklı gibi görünsek de, hepimiz bir şekilde göçmüşüz işte. Sadece yaşam koşullarımız farklı.
Bu sadece Türklerin yaşadığı bir durum da değil açıkçası. Fransızlar'da ve İtalyanlar'da da aynı. Çocukluktan itibaren bir ülkede büyümüyorsanız, hep o ülkenin göçmeni olarak kalıyorsunuz.
Üstelik Avrupalıların din şemsiyeleri ve kültür dokuları çok benzer olsa da, onlarda da bu duyguyu görmek biraz içimi rahatlatıyor doğrusu.
Türkiye'den ilk gelen göçmenleri İngiltere'de birleştiren en önemli unsur yemek olmuş. Uzun yıllar vasıfsız işçi olarak çalışan aileler, bir süre sonra mahallelerinde süpermarketler açıp kendi ürünlerini satıp ticaret yapmaya başlamışlar. Bir kısmı da hızlıca kebapçı oluvermiş. Yokluk, insanlarımızı girişimci yapmış. Hani fena da olmamış. Şimdi bu mahallelere sırf güzel kebap yemek için giden İngilizler var.
Hatta artık sadece kebapla da sınırlı değil durum. Tencere yemekleriyle zenginleşen Anadolu'nun değişik mutfakları da var. Size onları da anlatacağım, ama önce sizi tanıştırmak istediğim birisi var.
Adı Melek!..
Geçen sene Soho House'un yaptığı bir organizasyonda (Supper Club Event) tanıştım Melek'le.
Katıldığımız davetin bilet gelirleri Suriyeli göçmen ailelere bağışlandı. Aynı amacın etrafında toparlanınca, kaynaşmanız ve arkadaş olmanız daha da kolaylaşıyor. Üstelik bu, bir yemek masasında daha da kolay oluyor... Yanındaki, karşı çaprazındaki derken yemek sonunda bir sürü arkadaş edinmiş oluyorsun.
Yemek üç şefin katkısıyla hazırlanmıştı. Girişler, ana yemek ve tatlılar olmak üzere.
Şeflerin ismini merak edip baktığımda, gözüme bizim oralardan bir isim takıldı.
Melek!..
Yemek bittikten sonra -buralarda hoşuma giden şeylerden biri- mutlaka temalı bir konuşma oluyor. Ya şefler tanıtılıyor ya da etkinliğin anlam ve önemi üzerine konuşuluyor.
Tatlıları bitirmeye yakın şefler sahneye geldi ve kısa bir sohbetle onları tanıdık. Hepimiz dikkat kesilmiştik. Hem onları tanımaya, hem de yemeklerin geldiği bölgeyle ilgili kültürel geçmişi anlamaya çalışıyorduk.
Ana menüyü Melek hazırlamıştı. Doğrusunu isterseniz, en iyi yemekler de onun pişirdikleriydi.
O yemekte Melek, açık ara en iyi konuşmayı da yapmıştı. Yerimde duramıyordum. İçimden gidip boynuna atlamak geliyordu. "Helal olsun sana, ne güzel anlattın bizim oraları Melek!" demek istiyordum.
Melekte nasıl bir özgüven, nasıl bir İngilizce... Hayran oldum kendisine.
Konuşma bitince atladım yanına gittim. Kendimi tanıttım. Numaralarımızı aldık... Sonra da, tabii ki peşini bırakmadım…
İlk buluşmamız şiir gibi akıp gitti. Ne kadar çok anlatacağımız şey varmış birbirimize meğer.
Her karşılaşmamız da yine aynı coşkuyla devam ediyor. O Doğu Londra'da yaşıyor, ben batıda. Aramıza Covid girince de, azıcık kopmuştuk. Birbirimizi takip yerimiz bir süre Instagram olarak kaldı.
Geçen gün onu aradım, özleşmişiz.
4. aşama önlemler de girdi aramıza, artık öyle buluşma falan da tamamen kalktı buralarda. Biz de kendimizi yemeli içmeli bir Zoom buluşmasında bulduk. Fena da olmadı hani.
Sonra düşündüm de, onu kendime saklamak yerine sizinle de tanıştırmam daha iyi fikir gibi geldi. Niye mi?
1- Çok iyi bir şef
2- İyi bir aktivist
3- Göçmen bir ailenin değerleriyle büyümüş bir Londralı.
Memleketine, türkülerine, kültürüne aşık, genç bir kadın. Kalın kaşları, kapkara üzüm gözleri var. Şeflerin çoğu gibi o da azıcık toplu. Ama bu ara o da Covid döneminde kilo vermeyi başaranlardan olmuş.
Melek, 4 yaşında geldiği İngiltere'de, kendi gibi göçmen ailelerin çocuklarıyla birlikte büyümüş. Dolayısıyla erken yaşta farklı kimliklerin zenginliğiyle çeşitlenmiş. Onların hem kültürlerini, hem de yemeklerini öğrenmiş. Londra'nın tüm renkleri var onda. İngiliz tarafını da UCL' de tarih okurken tamamlamış.
Üniversite yılları sanki biraz buruk geçmiş. Kendini İngilizlerin yanında huzursuz hissetmiş. Kendisi gibi olan Asyalı, Afrikalı, Hintli arkadaşlarıyla hiç de zorlanmazken; birden konfor alanından çıkıp daha zengin ailelerin çocuklarının gittiği UCL'de okumak onu biraz zorlamış.
"Oralara ait hissetmedim ben kendimi. Geldiğimiz yerler çok ayrıydı, kendimi onların arasında eksik hissettim. Onlar okuldan sonra partilere giderdi, ben babamın yanına yardıma. Ayrıydı dünyalarımız, yaşam şekillerimiz..." diyor.
"İlk defa yaşam şartlarının herkes için aynı olmadığı yüzüme bu kadar şiddetli çarpmıştı" diye de ekliyor.
"Kendimi aralarında çok huzurlu hissetmedim. Bir türlü bağ kuramadım. Onlar açık ara öndeydi, daha iyi eğitim almışlardı. Çoğu zaman ait olmadığım bir dünyaya, yanlışlıkla düşmüşüm gibi hissettim kendimi. Buraya girmiş olmam da hırsımdan oldu, yoksa aldığımız eğitim çok yeterli değildi. Okuldaki hocalarımız bile doğru düzgün İngilizce bilmezlerdi. Ama tarih sevdam sayesinde okulu bitirdim.
"Avukat olmak istiyordum. Mezun olunca birden kendimi sosyal kurumlarda 'Refugee'lere (göçmenlere) yardım ederken buldum."
Hayat hepimizi başka başka eksikliklerimizden yakalıyor. Kimimiz onları onarmak için aynı şeyleri yaşayanlara yardım eli uzatırken; kimimiz gizleyip kaçmaya, o gerçekle yüzleşmemeye çalışıyoruz.
Melek, okulu bitirdikten sonra 7 yıl dernek işlerinde çalışmış.
Hayatını belirleyen iki şey var onun; yemek pişirmek ve göçmen hakları için çalışmak.
Melek sıradan insanların da bu hayatta kahraman olabileceklerine inanıyor.
Babasını anlatarak, o kadar güzel anlattı ki kahramanlık kavramını. Katılmamak mümkün değil...
"Babam gerçek bir kahramandı. Hayata başladığı yerden bakınca geldiği yer, başardıkları, hayat mücadelesi onu benim için kahraman yapmaya yetti.
"Düşünsene babasını 11 yaşında kaybediyor. Çok çalışkan bir insan. İlkokul mezunu olmasına rağmen, biri ona yol göstermediği halde, yolunu çizdi. Eşini, çocuklarını sevmeyi o öğrendi. Kardeşim hip hop dansçısı. Onu reddetmek yerine alkışlamaya gitti. Bizim arkadaşlarımızla tanıştı. Geldiği yerin geleneklerini yaşarken, buralara da adapte olmayı başaran, açık fikirli, sevgi dolu, çalışkan bir insan. Onun başardıklarından o kadar etkilendim ki; ben de bizim gibi 'refugee' yani göçmen ailelere yardım etmek istedim."
Bence de, kahramanların illa büyük zaferler kazanıp büyük işler yapması gerekmiyor. Hayata pozitif bakıp ailesine, çevresine faydalı olması, mutluluk saçan bir insan olmayı başarması oldukça büyük bir başarı.
Melek Londra'da pek çok yardım derneğinde gönüllü çalışmalar da yapıyor. Özellikle "Made in Hackney " ve "The Felix project" çalıştığı derneklerin arasında.
Bu iki dernek de göçmenlere ve yoksullara yardım amaçlı çalışıyor. Uygun bütçe ile yoksul ailelerin nasıl sağlıklı beslenebileceklerini göstermenin yanı sıra, ruh sağlığı için de destek veriyorlar... Melek gibi gönüllü şefler, marketlerde son kullanımı yaklaşan malzemeleri pişirerek bu yemekleri evsizlere dağıtılıyor.
Melek, bir süre sonra eski eşiyle Dalston'da bir cafe açıyor.
Dalston eskiden Türklerin çoğunlukla yaşadığı, Londra'nın daha dışında sayılabilecek bir bölgeymiş. Şimdilerde ise gayet trend. Gençlerin ve sanatçıların bu bölgeyi sevip yerleşmesiyle çehresi tamamen değişmiş. Yeni kafeler ve barlar buraya ayrı bir enerji vermiş. Benim de Covid öncesi zaman geçirmekten hoşlandığım bir semtti.
İşte ilk trendi başlatanlardan birisi de, Melek'in kafesi Cafe Route olmuş. Lüks hissi olmadan iyi yemek yenebilecek bir kafe konsepti oluşturmuşlar. Bütün Orta Doğu'nun yemek kültürünü taşıyan menü de çok sevilmiş.
Çalışanların hepsi de göçmenlerden seçilmiş. Onlara iş fırsatı yaratmayı başarmışlar. Kısa süre sonra da, burası popüler bir mekan oluvermiş...
Menüde de en çok sevilen, Ana Capri olmuş.
Aynı isimle anılmasa da, hâlâ Londra'nın en popüler kahvaltısı bu diyebilirim.
Avocado, çırpılmış yumurta (scrambled eggs), ekşi mayalı kızarmış Ciabatta ekmek ve hafif zeytinyağına bulanmış, yanına nefis buffalo mozzarella ile, tabii ki taze domates ve fesleğen de yanında. Hımm, hemen kendime yapasım geldi...
"Açıkçası Londra'da 'avocado poached egg' işini ben yarattım diyebilirim" diyor ve gülümsüyor. "Sonra birden çok popüler oldu. İçinde aşk vardı, o formülü ben balayında gittiğimiz Capri'de yazmıştım. Bizim evliliğimiz devam etmedi ama o formül her yerde hâlâ devam ediyor" dedi. Bunu anlatırken hâlâ kalbinin ne kadar kırık olduğunu hissetmemek mümkün değildi.
Hüzünle biten evliliği onu tutkunu olduğu yemek işinden bir süre uzaklaştırmış. Kafeyi eski eşi devam ettirmiş.
Enerjisini toplaması biraz uzun sürmüş Melek'in. Şimdi daha huzurlu, hem de çok üretken bir dönemini yaşıyor. İleride çıkarmayı planladığı yemek kitabına odaklanmış durumda.
Bir sonraki hedefi ise, kendisine yeni bir yer açmak ve burada kendisi gibi göçmen kadınlarla birlikte çalışmak. Onlara iş imkanı yaratabilmek. Dil öğrenmelerini sağlamak. Eminim çok da başarılı olurlar.
Sohbetin bir yerinde "Türkiye'den hangi şefleri takip ediyorsun, kimi beğeniyorsun?" deyince, benim de yakından tanıdığım ve hayranı olduğum üç ismi paylaştı.
Musa Dağdeviren, Refika ve Şemsa Denizsel…
Musa Dağdeviren benim için büyük arşivci. Sevdiği işi yapan, işine aşık biri. Yemeğe tarihi açıdan bakıyor.
Refika, bence James Oliver... Etrafına heyecan saçıyor. O, halkın insanı. 'Ne istiyorsun, söyle hadi yapalım' diyor insana. Neşesi, samimiyeti halka geçiyor. İnsan onun yaptıklarını denemek istiyor. Davet ediyor izleyeni.
Şemsa bence Ottolenghi. Flavor insanı. Onun yemeklerine bayılıyorum. Çok zeki, doku ve lezzet açısından çok başarılı. Sebzeleri çok güzel yorumluyor. Bir şeyi kutlamayı çok iyi beceriyor.
Araya hemen Seraf'ı da sıkıştırdım, zira onların yemeklerini ve şefleri Sinem'i de tanımasını çok istedim.
Melek, babasını anlatırken ondan 'hero' olarak bahsediyor. Melek'e de eminim bir gün 'hero' olarak bakacak çocukları olacak.
Benim Melek'e hayranlığımın en temel nedeni ise toplum için çalışması.
Neticede onun da paraya ihtiyacı var. Kendisini para kazanmaya odaklamak yerine, ilk önce sosyal amaçlı işlere kendini adaması çok hoşuma gitti. Bunu gönülden yapmasını sevdim.
İçinde yaşadığı toplumla entegre olurken, kendi köklerine sahip çıkmasını çok etkileyici.
Sevgi dolu olması bana iyi geldi. Dört yaşında geldiği ülkeye adapte olup, sonra kendisi gibi göçmen kadınlara sahip çıkma yolculuğunu sevdim.
Ayrıca güçlü bir kadın. Üretken, hayalleri var. Aşk acısını sarıp sarmalayıp, içindeki sevgiyi farklılaştırıp, etrafındakilere vermeye adamış bir insan.
En kısa zamanda gidip onu yetiştiren anne ve babasıyla tanışıp sofralarına konuk olacağım.
Hadi... 2021 geliyor. Siz de benim gibi gelecek yıllarda nasıl bir hayat yaşamak istiyorsunuz düşünün, karar verin.
Bu yıl hepimizi yeniden şekillendirdi, en azından fırsatlar sundu.
Ben hazırım değişime diyorsanız, hadi yazın onları kendinize.
Yeni bir yıl, yeni başlangıçlar getirecek eminim.
Kalın sağlıkla. Yeniden buluşmak üzere...